top of page

DEĞERLER EĞİTİMİ - l

Güncelleme tarihi: 25 Eki 2018


52.

Fetih Suresi 28. ayet: "Hüvellezi ersele resülehü bilhüde vedinil hakkı liyuzhirehü aled dini küllihi vekefe billehi şahide.” Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur.

Peygamberler ve ilahi kitaplar hak din olarak İslamı getirdiler. İslam bütün peygamberlerin dinidir. Tevrat ve İncil’e inananlar (Ehli Kitap), aslı İslam olan, kendi dinlerini bırakıp din adamlarının icat ettikleri Yahudilik ve Hıristiyanlık namları altında hurafe ve batıl bir dine inandılar.

Hak din ilahidir, beşerin fikir ve iradesine müracaat edilmemiştir. İnsana düşen sadece anlamaya ve yaşamaya çalışmaktır.

Yahudi ve Hristiyanlar, Tevrat’ın ve İncilin ve Hazreti Musa (as)'ın ve Hazreti İsa (as)'ın dini olan İslamiyet’i terk ederek din adamlarının arzularına uydular. Kur'an geldikten sonra da Resuli Ekrem (asm)'ı ve Kur'anı Azimuşanı inkâr ederek yine İslam’a girmeyip küfürlerini artırdılar.

Onlar, din adamlarını kendilerine rabler edinmeleri sebebiyle Allah'a ortak koştular. Zira din adamları Allah'ın tayin ettiği haramı helal ve helali haram ediyorlar.

Maide suresi 18. ayeti: "Ve kaletil yehüdü vannasara nahnu ebneüllah - Yahudiler ve Hristiyanlar 'Biz Allah'ın oğullarıyız' dediler" ayetinin sırrınca Allah'a ortak koştular (müşrik oldular).

Hazreti İsa'ya ve Hazreti Meryem'e benzettikleri resim ve heykellere saygı duyarak da putperestlere benzediler.

Peygamberimize, "Eğer o Peygamber, faraza bazı sözleri uydurup Bize isnat etmeye kalkışsaydı, elbette Biz onu kuvvetimizle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da onun kalp damarlarını keserdik. O vakit sizden hiç biriniz buna mani de olamazdı." diyen Allah (o Kahharı Zülcelal) zamanı geldiğinde dini bozmak için gayret gösterenlerin can damarlarını kesip koparır, onları dünyada rüsva eder, ahirette ise azabı elim ile azaplandırır.

Medine'de inen sure ve ayetlerde geçen "cihat" kelimelerinin manası "kâfirlerle savaşmak" tır, Mekke'de inen sure ve ayetlerde geçen "cihat" kelimelerinin manası "hüccet ve delille hasmı ilzam ve ikna etmek" ve "nefisle olan mücadele" dir.

Resuli Ekrem (asm)'in Necaşi'yi imana davet için gönderdiği mektuptan: " Allahu Teala Melik'tir; bütün kainatta tasarruf sahibi yalnız O'dur. Kuddüs'tür; her türlü ayıp ve kusurlardan beridir. Selam'dır; kullarını bütün tehlikelerden selamette bulundurucudur. Mü'min'dir; emniyet verendir. Müheymin'dir; her şeyi gözetip koruyandır."

Kâfirler, Müslümanların bulunduğu memlekete girseler, ahalisine, savaşıp onları defetmek, farzı ayındır. (El'envar, 2/348)

"Dine zarar verecek batıl inançlara (bid'alara) tarafdar olmak" da ruhi firar olarak "harp meydanından kaçmaktır".

Müslüman, kendi nefsi ve hevası ile de mücahede eden kimsedir.

Hazreti Peygamber (sav) Tebük seferinden dönerken "Küçük cihattan büyük cihada döndük" buyurur.

Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi emredici olan nefsin (nefsi emarenin) isteklerini yok etmek içindir. Çünkü nefsi emmare, Allahu Teala'ya düşmanlık etmektedir. Bunun içindir ki nefse en zor gelen şey, en ağır gelen yük, islamiyetin emirlerine ve yasaklarına uymaktır.

Müslüman sadece kendi nefsini kurtarmakla meşgul olmaz. Başkalarının ıslahına vesile olmak için hakkı bildirmekle de memurdur.

Nisa suresi 140. ayeti: "İnneküm izen mislühüm - kendileriyle beraber oturmayın; aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz." günah işleyenlerden uzak durmamızı emreder. Onlar günah işlerken, kişi uzak durmazsa, onların fiillerine rıza göstermiş olur. Küfre rıza küfürdür.

Kim Allah'ın ayetlerini alaya alırsa, bu dünyadaki peşin cezası o kimsenin meclisi terk edildiği gibi; o kimse de terk edilir.

Nahl suresi 119. Ayeti Kerime: "Men amile minküm suen biceheletin sümme tebe min ba'dihi veaslaha - Cahillikle sizden bir kimse kötü bir ameli işler ve o amelden sonra tevbe eder ve ıslahı nefse çalışırsa; Cenabı Hak tevbesini kabul buyurur".

Şura suresi 37. ayeti: "Vellezine yectenibune kebeirel ismi vel fevahışa veize me ğadibu hüm yeğfirun - Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, öfkelendiklerinde de bağışlarlar." öfkelendiğimiz anda derhal bağışlamamızı emrediyor. Çünkü öfkenin devamı kin (husumet) ve kavgadır. Ebu Cafer Muhammet bin Ali: "Husumet duyan ve kavgacı kişilerle oturmayınız. Zira onlar Allah'ın bu ayetini hiçe sayanlardır." buyurur.

Bir adam Peygamberimize gelerek bana bir öğüt ver dedi. Resulullah (sav) da "hiçbir şeye öfkelenme" buyurdu. Adam bunu defalarca tekrarladı, her defasında Resulullah: "Öfkelenme" buyurdu.

51.

Yasin suresi 83. ayet: "Fesubhanel lezi biyedihi melekütü külli şey'in ve ileyhi türcaun" Her şeyin egemenliği kendi elinde olan Allah bütün eksikliklerden uzaktır ve hepiniz sonunda O’na döndürüleceksiniz. ﴾83﴿

Bu son ayeti kerime ölüm, ayrılık, bela, musibet, hastalık gibi bu âlemde (afakta) görülen çirkinliklerin mercii tabiat olduğunu; kişide (enfüste) görünen kötülük, zulüm, hakaret gibi şer ve kötülüklerin mercii insanın nefsi (enaniyeti insaniye) olduğunu ders verir.

"Subhanallah - Allah bütün eksikliklerden uzaktır" : "başta ölüm, âlemdeki bütün çirkinlikler, kusurlar ve noksanlıklar eşyanın ve kâinatın tabiatına aittir." Kimi insanın boyu kısa olması, kiminin elinden bir şey gelmemesi, seneler geçmesiyle yaşlanması; sevdiklerini kaybetmesi; bela, musibet ve hastalıkların, can, mal, evlat ve yakınlarından eksik olmaması gibi hadiseler, devamlı bir surette insanı taciz ediyor. Bu noksanlık ve kusurların, ancak mahşerde cismani dirilişle izale olabileceğini bu ayeti kerime ders veriyor. Bu çirkinlikler o gün son bulacak.

Bütün mevcudat ahiretten gelmiş, oraya gitmektedir. Resuli Ekrem (sav) efendimiz : "Aciz ve zayıf kimse nefsini, arzularının peşine takandır. Akıllı kimse, nefsini hesaba çekerek ölümden sonrası için çalışandır. " buyuruyor. (Tirmizi, Kıyamet:25)

"biyedihi - O'nun elindedir" ifadesi İlahi izzet ve azameti, kudret ve san'at maharetini ifade ediyor.

"Melekutu - içyüzü" : "Bir şey hakkında tam bir tasarrufa ve hakimiyete sahip olan zat, onun melekutuna yani tam mülkiyetine sahiptir" demektir. Bir işin batını Allah'ın elinde olduktan sonra o işin zahirisi de O'nun elinde olur.

"biyedihi melekutu külli şey'in - Her şeyin içyüzü O'nun kudret elindedir" :

Her şeyin bir mülk bir de melekût ciheti var. Melekut ciheti, İlahi isimlere ayinedir bu yüzde ayrılık, ölüm, tükenme ve dağılma yoktur.

Eşyanın dışı ve zahiri kısmı çirkin görünebilir, nahoş gelebilir; fakat içyüzü ve hakiki veçhi güzeldir, orada sebeplerin tesiri yoktur.

Mesela ölümün zahiri ciheti elemdir, zorluktur, meşakkattır, nimet değildir. Bu yüzde Cenabı Hak Hazreti Azrail (as)'ı ve hastalıkları sebep olarak yaratır. Bâtıni ciheti yani gerçek yüzü nimettir, tebdili mekândır.

Ölüm olmazsa mahşer sabahında hayat bulma (ihya) olmaz. İhya olmazsa cismen dirilme (haşir ve neşir) olmaz. Haşir ve neşir olmazsa cennet ve cehennem olmaz.

Ölümün ve her şeyin içyüzü güzel ve hikmetli olduğundandır ki Cenabı Hak, "Her şeyin içyüzü kudret elinde olan Allah mukaddestir" eksikliklerden uzaktır buyuruyor. Hayat, vücut, nur gibi nimetler bizzat güzeldir. Kış, ölüm, zeval, firak, hastalık, bela ve musibetler netice itibariyle güzeldir.

"ve ileyhi türcaun - O'na döndürüleceksiniz" : Mahşer (haşir) sabahında sebepler perdesi kalkacak ve herkes Rabbi ve Sahibi kim olduğunu bilecek ve perdesiz kavuşacaklar. İnsanlar dünyaya, ya hevai nefsi hesabıyla bakar ya ahiret hesabına bakar ya mevcudat üzerindeki Aziz ve Rahim gibi İlahi isim ve sıfatların tecellilerine bakar. O gün mahşerde Allah'ın rahmeti kime yetişirse yalnız o kurtulacak.

50.

Yasin suresi 82. ayeti: “İnneme emrühü ize erade şey’en en yakula lehü kün feyekün.” Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu "ol!" demekten ibarettir; hemen oluverir. ﴾82﴿

“Şey” Allah'ın ilminde vücudu bulunup henüz harici vücuda sahip olmayan, sonradan kudret-i İlahiyenin yaratmasıyla (taallukuyla) vücut sahibi olacak mevcut demektir.

Vücudu olmayan, ilmi İlahide vücudunun programları ve şekilleri bulunanlara “şey” denilir. Bütün mevcudatın gözle görülür bir vücutları yokken kader defterinde (İmamı Mübin ve Kitabı Mübin’de) ilmi vücutları mevcut olup Allah'ın kudreti (kudreti ezeliye) o ilmi mevcudata tecelli ettikçe eşya gözle görülür bir harici vücut sahibi olur. Vücutları olmayan gelecek eşya Allah’ın ilminde olup mutlak yokluk “adem-i mutlak” yoktur, nisbi yokluk “ademi nisbi” vardır.

Cenab’ı Hak, zemin yüzünde türlerin ve baharda mahlûkatın zerreleri ve suretleriyle var olmasını irade ettiğinde, o mevcudatın ilm-i İlahide mevcut olan ilmi program ve fiziki şekilleri üzerine kudreti tecelli eder, o ilmi varlıkları, yeryüzüne çıkarıp gözlere gösterir.

Yeryüzünde var edilmeden evvel, şey olmaları ‘şey’iyet’ itibariyle, Allah'ın ilminde (ilmi ilahide) mevcut olan mevcudatı, Allah, ‘OL’ “kün” emriyle şey’iyetten vücudu harici giydirerek, Allah'ın kudret dairesi olan şu dünyaya çıkarır.

Eşyanın mahiyet (melekutiyet) ciheti vasıtasız, lekesiz, isyansız kendi Yaratıcısına (Halikına) müteveccihtir.

Kudret-i ilahiye eşyanın mahiyetine hükmettiği (taalluk ettiği) yani her yönüyle eşyanın tek sahibi olduğu için o kudrete karşı zorluk yoktur, büyük küçük, cemaat, fert, zerre güneş birdir, farkı yok.

“ize erade şey’en” “bir şeyin halk ve icadını irade edeceği zaman” ifadesindeki “zaman” (ize) kelimesi irade-i İlahiyeye değil, irade-i İlahiyenin yarattığı (taalluk ettiği) zamana ve o zaman içinde yaratılan mahlûka bakıyor. Zira irade-i İlahiye sonradan var olma (hadis) değildir, yarattığı (taalluk ettiği) mahal hadistir.

Sıfat-ı İlahiye eşyaya taalluk ettiğinde bir zaman mefhumu ortaya girer, yaratılması (halk) ve icadı irade edilen mahlûkat zaman içindedir (zaman ile mukayyettir).Yaratıcı (Halık) ismi zamansızdır ama eşyaya taalluku yani o şeyi yaratması (halk etmesi) zaman ile mukayyettir.

“Ol” yani “kün” kelimesi önce K harfi sonra N harfi şeklinde sırayla, bir tertip ile Allah’tan sudur etmemiştir.

İlahi kelimelerin cümlesi zamansız bir şekilde Allah’tan (o Zatı Mütekellimden) sudur etmiştir. Hem Allah’ın harf ve sese de ihtiyacı yoktur.

İlahi emirler Hazreti Cebrail (as)’a, varlıkların yaratılışına dair tabiat kanunları (tekvini emirler) meleklere ve Kur’an harfleri, kader defterine (Levh-i Mahfuza) intikal ederken, bir tertip ve sıralama vardır, o zaman manalara suret giydirilmiş, harfler ve kelimeler yaratılarak ortaya çıkmıştır.

Allah'ın ilminde ilmi vücutları bulunan mevcudata, vücuda gelmeleri için söylenen “ol”, (kün) emr-i İlahisinin mahiyetini biz bilemiyoruz.

49.

Yasin suresi 82. ayeti: “İnneme emrühü ize erade şey’en en yakula lehü kün feyekün” Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu "ol!" demekten ibarettir; hemen oluverir. ﴾82﴿

Cenab-ı Hak maddeden, cisimden, şekilden, suretten münezzeh olduğu için zaman ve mekân o Zatı Akdesi kayıt altına alamaz; Bir binanın ustası, yapımda kullanılan malzemeler cinsinden olsa o binayı yapamaz. Cenab-ı Hak “muhalefetun kil havadis” sıfatı olduğundan yani yaratılan mevcudata benzemediğinden, kâinatı gayet kolay halk ve icat etmiş, idare ve tedbirini de görmektedir. Allah, büyük küçük az çok her şeye bir kalıp, bir miktar, bir hudut verdiğinden, mevcudat, bir intizam ve irade kanunu içindedir.

Bir balina balığından en ufak bir balığa kadar balıklık hakikati aynıdır değişmez. Büyük küçük fark etmez. Hayvaniyet mahiyeti de birdir. Bir mikrop ile bir fil aynı mahiyeti taşıyor.

Cenab-ı Hak, şu kâinatta her şeye bir kanun koymuş (vaz’ etmiş). O kanun sayesinde her şeyde bir kolaylık vücuda gelmiş, bir ile bin aynıdır. Elektronları bir çekirdeğin etrafında hangi kanun ve kuvvetle çeviriyorsa, gezegenleri aynı kanun ve kuvvetle güneşin etrafında gayet kolaylıkla çeviriyor.

Her şey bir tek Allah’ın mülkü olduğundan her şeyin arkasında bütün eşyanın kuvveti yığılıdır ve bütün eşya, bir tek şey gibi kolay idare ediliyor, bir kanunla bir merkezden ve bir elden, pek çok işler gayet derecede kolayca yapılıyor.

Mevcudat, İlahi isimlere (esma-i İlahiyeye) ayinedir, nurani olan o esma ve sıfatın tecelliyatı, bölünmeden eksilmeden görünür ve bir tek nefsin icadında bulunması kolaylığında bütün hayvanatı yaratır, bir tek mümküne vücut vermesi kolaylığında her şeye layık bir vücut giydirir.

Bütün mevcudat ilahi isim ve sıfatlara mukabildir, bir zerrede tecelli eden ilahi kudret ile koca kâinatta tecelli eden ilahi kudret arasında fark yoktur; Ancak varlıkların (mazharların) kabiliyetleri ayrı ayrıdır.

Cenab-ı Hak derece ve rütbe bakımından mevcudata benzemez. O, Kumandanı Azamdır, bütün mevcudat O’nun neferleridir. O mülk sahibidir (malik’tir) mevcudat O’nun mülküdür (memluktür). O amirdir mevcudat memurdur.

İtaat ve emir dinlemek sırrıyla, İlahi kudret, canlılardan bir tek ferde, vücut giydirmesi kolaylığında, bütün mevcudatı ve bahardaki canlılar ordusunu aynı kuvvet ve kudret ile icat eder, vazifeler verir.

Her şey Allah’ın tasarrufuna itaat eder; kolaylıkla güneş sistemini çevirir ve yeryüzünü yörüngesinde gezdirir, bir cesette kanı ve kandaki alyuvar ve akyuvarı ve o küreciklerdeki zerreleri nizamlı, hikmetli çevirir, bir insanı kainat sisteminde harika cihazlarıyla bir damla sudan birden zahmetsiz yaratır; mahşerde bir tek emir ile başta nevi beşer bütün mevcudatı tekrar inşa eder hayat verir.

48.

Yasin suresi 82. ayeti: “İnneme emrühü ize erade şey’en en yakule lehü kün feyekün” Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu "ol!" demekten ibarettir; hemen oluverir. ﴾82﴿

Ayeti kerime “Siz Allah’ı kendinize kıyas etmeyin. Zira sizin bir işi yapmanız külfetle, çalışmak ve işe koyulmak (mualece ve mübaşeret) iledir. O, emreder, emrettiği şey bir anda olur. Zira bütün mevcudat O’nun emrine boyun eğer (münkad) ve itaat eder (mutidir.)” ifade eder.

“kün-ol” emri İlahisinde bir hususiyet var. O da insanı yüceltme (ta’zim) ve onurlandırmadır (teşriftir)

“emruhu” ‘O’nun emri’ insanı onurlandırma (teşrif), ikramda bulunma (tekrim), yüceltme (tazim) ve hususi yardım (inayeti hassa) ifade eder.

Kâinat ağacının meyvesi insan ve o meyvenin en mükemmeli Muhammed (asm), bütün kâinat insana hizmet eder. Kâinatın yaratılması (halk) ve icadından maksat insanın yaratılışıdır (hilkat-ı insaniyedir).

Keza, Yasin suresi 71. ayeti: ‘Evelem yerev enne halakna lehüm mimme amilet eydiyne en’amen fehim lehe melikün.’

‘Görmediler mi muhakkak Biz onlar için ellerimizin yaptıklarından en’amı yarattık. Onlar bunlara sahiptirler.’

“Amilet eydiyne” ‘ellerimizin yaptıkları’ ifadesinden murat da “İnsan, Nuru Muhammedi (asm) itibariyle o kadar değerli (müşerreftir) ki, Cenab’ı Hak, onu eliyle yaptığı gibi ona hizmet eden mevcudatı da eliyle yapıyor.”

Bu iki ayetteki (ol ‘kün’ ve ellerimizin yaptıkları ‘amilet eydiyne’ ifadelerinde lafız ayrı olsa da mana aynıdır.

Bu iki ifade insanın şerefini göstermesi bakımından yüceltme (ta’zim) içindir. Yoksa haşa “Allah’ın maddi bir eli var o eliyle iş yapıyor” manasında değil.

Ebu Zer el Gıfari diyor ki: Resulullah (sav) Allahu Teala’nın şöyle buyurduğunu rivayet etti:

“Ey kullarım! Benim, imana (hidayete) erdirdiğim kimseler hariç, hepiniz yanlış inanç (dalalet) içindesiniz. O halde benden hidayet isteyin ki sizi hidayete kavuşturayım. Benim zengin kıldığım kimseler hariç hepiniz fakirsiniz. O halde benden dileyin ki sizi rızıklandırayım. Benim affettiğim kimseler hariç hepiniz günahkârsınız. Sizden her kim benim affetmeye kadir olduğumu bilir ve benden af talebinde bulunursa ben onu affederim yaptığı hatanın ardına düşmem.

Sizin geçmişleriniz ve gelecek olanlarınız, dirileriniz ve ölüleriniz, gençleriniz ve ihtiyarlarınız, kullarımdan en günah işlememek için Allah’a sığınan (takva sahibi olan) bir kulumun kalbi gibi olmak hususunda ittifak etseler, bu Benim mülkümde bir sivrisineğin kanadı kadar bir şey arttırmaz. Şayet sizin geçmişleriniz ve gelecek olanlarınız, dirileriniz ve ölüleriniz, gençleriniz ve ihtiyarlarınız, kullarımdan en isyankâr bir kulumun kalbi gibi olmak hususunda ittifak etseler, bu Benim mülkümden bir sivrisineğin kanadı kadar bir şey eksiltmez.

Şayet sizin geçmişleriniz ve gelecek olanlarınız, dirileriniz ve ölüleriniz, gençleriniz ve ihtiyarlarınız tek bir alanda toplanıp sizden her bir insan isteyebileceği kadar şey istese, ben de her dileyene dilediğini verecek olsam, bu Benim mülkümden ancak sizden birinizin denize sokup çıkardığı bir iğnenin denizin suyundan eksilttiği kadar eksiltir. Zira Ben cömerdim, izzet ve şeref sahibiyim, dilediğimi yaparım. Benim ihsanım bir sözdür. Azabım da bir sözdür.

Benim emrim; bir şeyin olmasını dilediğim zaman, o şeye sadece ‘Ol!’ dememdir. O da hemen oluverir.

(Tirmizi, Kıyamet, Bab 48, Hadis no: 2495

İbni Mace, Zühd, Bab 30, Hadis no: 4257

Ahmet b. Hanbel, Müsned, c:5, s:154-157)

47.

Yasin suresi 81. ayeti: “Evaleysel lezi halakas semevati vel’arda bikadirin ale en yahluka mislehüm. Bele vehüvel hallakul alim.” Gökleri ve yeri yaratan Allah onların benzerini yaratmaya kādir değil mi? Elbette öyledir. O eşsiz yaratıcıdır, her şeyi bilir. ﴾81﴿

Ayeti kerime, âlemin sonsuz (kadim) olmadığını; bir nefis gibi bir gün vefat edeceğini ve mahşer (haşir) sabahında benzeri (emsali) nefisler gibi tekrar diriltileceğini ifade eder.

“Halakas semeveti velarda - Allah (O Zatı Âlim-i Kadir), semavat ve yer küreyi (küre-i arzı) yarattı (halk etti)“ cümlesi ispat eder ki: Allah, mahşer (haşir) sabahında semavat ve arzı ve semevat ve arzın meyvesi olan insanları elbette aynıyla yaratmaya kadirdir. Zira yaratıcılık (hallakiyet) kanunu birdir. Bunu yapan onu da yapar.

İşte, Ayeti kerimede geçen “mislehüm - onların benzeri” kelimesi, bu manaya delalet eder. Yaratıcılık (hallakiyet) kanununun birliğine bakar, ‘zerrelere’ bakmaz.

Zira ‘misle’ kelimesine ”zerrelerin benzeri” anlamını vererek, mahşerde insanın dünyadaki zerrelerinden değil de benzer zerrelerden yaratılacağını iddia etmek, mahşerde dirilişi (haşri cismaniyi) inkâr etmektir.

Mahşer (haşir) sabahında insan, benzeriyle veya benzer zerrelerden değil aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle dünyadaki zerreleriyle inşa edilecek ve hayat verilecek (ihya edilecektir).

Yani, insanın mahşerde cismani dirilişi, esas zerreleri ve asli organlarının tekrar yaratılması üzerine bina edilmiştir.

Şu dünyada (darı tecrübe ve imtihanda) hangi zerreler (zerrat) vazife yapmışsa veya vazifesinden kaçınmışsa (i’raz etmişse) o zerrat mahşere (haşre) gelecek mükâfat veya cezaya mahal olacaktır.

Mevcudat-ı âlemin asılları kader defterinde yazılıdır. Mevcudat kader defterindeki asıllarına göre, zaman itibariyle gece ve gündüz, kış ve baharda; mekân itibariyle de semavat ve arz sahifelerinde, zerrelerden yaratılırlar.

Bu âlem ve mevcudat, mahşerde de kader defterine göre, yine asli zerreleriyle var edilecekler.

“Elhallaku” ve “Elalimu” kelimeleri mübalağa ifade eder. Bu kelimeler, Allah’a (Halık’a) bakmaz, mahlûkatın çokluğuna bakar. Zira Cenab’ı Hakk’ın bütün isimleri (esma) ve sıfatları kemalde olduğundan mübalağaya ihtiyaç yoktur zira ilim ve kudret-i İlahiye sonsuzdur (mutlaktır).

46.

Yasin suresi 80. ayeti: “Ellezi ceale leküm mineş şeceril ahdari neran feize entüm minhü tukıdun.” Yemyeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur; işte ondan yakıp durmaktasınız. ﴾80﴿

Bu ayeti kerime, sürtme ve temas ile yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı nazara verir. Bu ise bir elektrik olayıdır. Ayet, elektriğe işaret etmektedir. Ayrıca ateşin yoktan var edilmesi de bir Yaratıcının varlığını gerektirir.

Bir şeyi zıddından çıkarmak, iki zıddı bir arada toplamak, mesela buluttan hem su hem ateş çıkarmak, Allah’ın kudretinin delillerindendir. Kur’an-ı Hâkim, ölüden dirinin çıkarılması ile ilgili tereddüt ve itirazlara karşı bu ayeti kerime ile cevap veriyor; “Yaş ve rutubetli bir ağaçtan kuru ve hararetli bir ateşi yoktan var eden Allah (Kadir’i Mutlak), elbette ölüden de diriyi çıkarabilir” ferman ediyor.

Zira fiil birdir. Onu yapan bunu da yapar. Yani yeşil ağaçtan o ateşi ve ışığı kim yaratmışsa, kemiklerin çürümesinden sonra o kemiklerden bir daha o hayat ve vücudu yaratacak olan da odur.

Hangi kanunla küçücük bir çekirdekten koca bir ağacı çıkarıyorsa, aynı kanunla insanı esas zerrelerinin olduğu acbuz-zeneb denilen asli parçacığından öyle çıkarır. Zira kanun birdir.

Hem ayeti kerimede geçen “leküm - sizin için” tabiriyle ateş nimeti, insan için halk edilmiş ve onun ihtiyaçlarına baktığı nazara veriliyor.

Ayette geçen ‘ceale’ “var etti, icad etti”, kelimesi, maddesi ve sureti olan ve olmayan tüm varlıkların yaratılışı için kullanılır. Yarattı ‘Halaka’ kelimesi ise maddesi ve sureti olan varlıkların yaratılışını ifade eder. Ateşin yaratılması, madde ve sureti olduğundan ‘halaka’ kelimesi ile, ateşten hâsıl olan hararetin ise, göz ile görünmeyip sadece hissedildiğinden, yaratılması ‘ceale’ kelimesi ile ifade edilmiştir.

Bu ayeti kerimede geçen “eşşeceril ahdarı” ‘yeşil ağaç’ ifadesi yeryüzünü örten ağaçlar ve bitkiler (nebatat) tabakasının durmadan yakıcı madde olan oksijen neşrettiğine; yanma olayının oksijenle gerçekleştiğine işaret eder.

Allah (Sani-i Hâkim), kimyevi aşk tabir edilen şiddetli bir münasebeti, oksijen ile karbona vermiş, birbirine yakın olduğu vakit, o ilahi kanun ile o iki unsur birleşir (imtizaç ederler). Fennen sabittir ki, imtizaçtan hararet hâsıl olur. Çünkü imtizaç bir nevi yanmadır (ihtiraktır). Yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder, bir tek hareketle hareket eder, bir hareket boşta kalır.

Çünkü imtizaçtan (nefes almadan) evvel (karbon ve oksijen ayrı ayrı) iki hareket(i var) idi. Şimdi iki zerre bir oldu; her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, hararete dönüşür. Zaten ’Hareket harareti doğurur’ bir ilahi kanundur.

Nefes almak (teneffüs) ile insanın hayat ateşi denilen vücut ısısı temin edilir, karbonu alındığı için, kan temizlenmiş olur, nefes verirken de ağzından kelimeler dökülür.

45.

Yasin suresi 77: “Feize hüve hasımun mübin” Oysa bak, şimdi o, açıktan açığa bize karşı duran biri olmuştur. ﴾77﴿

(Bak, şimdi o, açıktan açığa bize karşı duran biri olmuştur.) İnsan adi bir nutfeden yaratıldığı halde konuşan, muradını ifade eden akıl ve idrak sahibi bir vaziyet alır. ‘hasımun mübin’ tabiri bu manaya göre konuşan hayvan manasında olur. Nutuk kabiliyeti akla dayalıdır. Akıl üç kısımdır. Tabii akıl, tecrübi akıl ve bilfiil akıl.

Dolayısıyla nutuk da üç kısımdır: Tabii nutuk, tecrübi nutuk ve bilfiil nutuk. Ayetteki “Hasım” kelimesi “natık“ konuşan manasınadır. Hasım olma ve münakaşa etme, konuşan kimsenin en üstün ve ileri konuşma halidir.

“Min nutfetin” bir nutfeden ifadesi insanın en düşük haline; “Hasımun mübin nutuk ve idrak sahibi” ifadesi de insanın en üstün haline işarettir.

“halaknahü min nutfetin-onu bir nutfeden yaratık” insanın bu yaratılışı, tevhide (Allah’ın birliğine) ve mahşerde cismani dirilişe, delil getirilmişken; insanların, Allah’ın birliği (tevhid) ve mahşerde cismani dirilişi ispat eden kendi yaratılışlarını görmemeleri, çirkin ve şaşılacak bir meseledir. Yani Allah (cc) insanı şükür için yaratmışken, insan bu yaratılışına şükretmeyip hem nimeti veren Allah’ı (Mün’imi) hem de nimeti inkâr eder.

44.

Yasin suresi 77 ve 79: “Evelem yeral insenu enne halaknahu min nutfetin... (77) .... vehüve bikülli halkın Âlim. " (79)

İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi? ﴾77﴿ Allah yaratmanın her türlüsünü bilir. ﴾79﴿

Cismani dirilişi inkar etmek küfürdür; çünkü hakikatte Allah’ın, Âlim ve Kadir isimlerini, ilim ve kudret sıfatlarını inkar etmek demektir.

Zira hem pek çok gıdai maddelerden meni denilen bir tek mahluku yapmak, hem de basit bir tek damla meniden sima, karakter, kabiliyet gibi pek çok maddi ve manevi cihetlerle bütün insanları birbirlerinden farklı olarak vücuda getirmek, yani her şeyden bir şey, bir şeyden her şey yaratmak, Allah’ın nihayetsiz ilmini, hadsiz kudretini, özellikle sonsuz iradesini gösterir.

Bir kısım zerreler rızık yoluyla gelir bir kısmı hava ve güneşten doğrudan doğruya gelir insanın vücuduna gönderilip talim ve terbiyeye tabi tutulurlar. Ebedi bir âleme liyakat kesp etmek için o zerreler, bu dünyada canlıların vücutlarına girip çıkmakla nuraniyet kesbederler. Bu nuraniyetleri sırrıyla da, ahirette birçok vücutta aynı anda beraber bulunabilirler. Mesela bir zerre, müminin vücudunda bulunması itibariyle İlahi lütfa mazhar olurken aynı anda aynı zerre kâfirin vücudunda bulunup, kahrı İlahiye mazhar olur.

İnsan öldüğü zaman zerrelerinin hepsi dağılır, bir kısmı güneşe, bir kısmı havaya, bir kısmı suya, bir kısmı da toprağa dönüşür. Mahşer sabahında İlahi emir ile her zerre, kendi yerine gelir, yerleşir. İnsan bedenini inşa ederler.

İnşada kaynaşma (terkip) yoktur, sadece zerrelerin bir araya gelmesi var. Hayat vermede ise zerrelerin terkibi, bitki gibi yeşermesi (neşvü neması) ve gelişimi (tekâmülü) var.

Tabiri diğerle cesetlerin inşası, zerrelerin, vücut mertebelerinden cansız madde mertebesinde bulunmasıdır. Cesetlerin canlanmaları (ihyası) ise, bitkisel hayat (nebatiyet) mertebesine çıkmalarıdır. Ruhların cesetlere gelmesi ise, hayvaniyet mertebesine terakki etmesidir.

“Fetebarekallahu ahsenul halıkın” bütün şekil verme ve takdire kadir olma sıfatlarının tek sahibi olan Allahu Teala pek mübarektir” yani bütün noksan ve kusurlardan münezzehtir. (mu’minun suresi 14. ayet)

43.

Yasin suresi 77-79. Ayetler: “Evelem yeral insenu enne halaknahu min nutfetin feize hüve hasımun mübin.(77) Vadaraba lene meselen vanesiye halkah, kale men yuhyil izame vehiye ramim.(78) Kul yuhyihellezi enşeehe evvele merrah, vehüve bikülli halkın Alim. (79)”

İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi? Oysa bak, şimdi o, açıktan açığa bize karşı duran biri olmuştur. ﴾77﴿ Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve "Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" diyor. ﴾78﴿ De ki: "Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek. O, yaratmanın her türlüsünü bilir."﴾79﴿

Allah, insanı adi bir nutfeden yarattı ki İlahi emirlere boyun eğip uysun. Fakat o kibirlenip azdı ve Yaratanına (Halık’ına) karşı en büyük hasım kesildi. Cenab-ı Hak, bir insanı yaratmayı murad ettiğinde onun zerrelerini bütün âlemden havadan, sudan, topraktan, güneşten toplayıp getirir. Sonra o zerratı inşa ve terkib etmekle o insanın vücudunu yaratır. Onu görür, konuşur, düşünür, irade sahibi bir mevcut haline getirir. (İnsan suresi ayet: 2-3)

Allah, insanı subuti (yaratılmışlarla bağlantılı) (hayat, ilim, görme, işitme, kudret, irade, konuşma) sıfatları ile yaratır. Zira hayatı olmayan hayat, görmesi olmayan görme, işitmesi olmayan işitme, kudret ve iradesi olmayan kudret ve irade veremez. İlmi ve kelamı olmayan, insanın hadsiz ihtiyaçlarını bilip onunla konuşamaz. İnsan olan insan kendisine sınırlı ölçücüklerle verilen bu sıfatlarla Halık’ının nihayetsiz ve hudutsuz olan bu sıfatlarını anlar ve Allah’a iman edip ibadet ile hizmetine girer.

“Usta icad ettiği eserin cinsinden olmaz” insanın ve kainatın yaratıcısı da, selbiye denen, kendi zatına has vücut, başlangıcı yok (kıdem), sonu yok (beka), tek (vahdaniyet), yaratılmışlara benzememe (muhalefetun lilhavadis) ve kendiliğinden var olma (kıyam binefsihi) sıfatları sahibi olarak, insan ve kainat cinsinden değildir. Zatına has (selbiye) sıfatları sahibi olmayan, başkasına muhtaç olur, insanı icat edemez.

42.

Yasin suresi 77-78. Ayetler: “Evelem yeral insenu enne halaknahu min nutfetin feize hüve hasımun mübin.(77) Vadaraba lene meselen vanesiye halkah, kale men yuhyil izame vehiye ramim.(78)”

İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi? Oysa bak, şimdi o, açıktan açığa bize karşı duran biri olmuş. ﴾77﴿ Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve "Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" diyor. ﴾78﴿

Mahşerde dirilişi (haşir) inkâr eden kişi, ölüden dirinin çıkarılacağını akıldan uzak görüyor, buna imkânsız diyor. “İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi?” ﴾77﴿ ayeti, insanın ölü bir meniden yaratıldığını (halkedildiğini) nazara vermekle “insanı ölü olan bir damla meniden halkeden, nutuk ve idrak kabiliyetini ihsan etmekle mahlûkat içinde ona ayrı bir kıymet veren kim ise ölü olan kemiklere hayat veren de O’dur” der. Yani haşri inkâr eden kişinin bu sualinin cevabı, ilk yaratılışında (bidayeti hılkatında) gizlidir. O ise bu hilkatini unutarak inkâra saplanır.

41.

Yasin suresi 77-78. Ayetler: “Evelem yeral insenu enne halaknahu min nutfetin feize hüve hasımun mübin.(77) Vadaraba lene meselen vanesiye halkah, kale men yuhyil izame vehiye ramim.(78)”

İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi? Oysa bak, şimdi o, açıktan açığa bize karşı duran biri olmuş. ﴾77﴿ Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve "Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" diyor. ﴾78﴿

Kur’an’ı Kerim’de "Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" gibi bazı şahıslara ait sözler mevcuttur. Allah o sözlerin manasını muhafaza etmekle beraber lafzında tasarrufta bulunmuş, o sözleri belagat kaidelerine göre Arapçaya tercüme etmiş ve bu cihette Kur’an’ın Allah kelamı (kelamullah) oluşunu muhafaza etmiştir. Zira beşer kelamı, kelamullaha karşı son derece basit ve sönük kaldığından ve böyle bir kelam Kur’an’ın Allah kelamı oluşunu (i’cazını) iptal (iskat) ettiğinden Allah (Mütekellimi Ezeli), beşere ait bu kelamın lafzında tasarruf etmiş, ancak konuşan kişinin muradını muhafaza etmiştir. Allah (cc) insanı ve insanın kelamını yarattığı (halk ettiği) için insanda ve kelamında tasarruf hakkına sahiptir.

40

Yasin suresi 77-79. Ayetler: “Evelem yeral insenu enne halaknahu min nutfetin.(77)” İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi? ﴾77﴿

“Halakna- Biz yarattık” kelimesinde zikredilen “Na - Biz” zamiri surenin başında geçen Aziz ve Rahim isimlerine bakar. Yani Biz insanı Aziz ve Rahim isimlerimizin tecellisiyle bir damla nutfeden yarattık (halkettik). İşte bu ayet, insan yaratılırken üzerinde tecelli eden Aziz ve Rahim isimlerini nazara vermekle Allah’tan başka yaratıcı olmadığı (tevhid) hakikatini ispat eder.

Hem yaradılış maddesi sıvı (mai mehin) olan insanın en yüksek aletler ve cihazlarla donatılmış olarak yaratılması ve âlemin ustabaşısı olmasının maksat ve gayesi ise, insanın Kur’an ile sorumluluk altına alınmasıdır.

Zira insan şu âlemde adaletli olmazsa, Yaratanına (Halikı Kerim’ine) ibadet etmek gibi en yüksek bir vazife ve makam ile Allah’ın hizmetine girmezse; bütün âlemden kıymetli iken, bütün mahlûkattan daha aşağı düşer. Böylece hakiki cevherini kaybeder.

“men yuhyil izame vehiye ramim.(78) Kul yuhyihellezi enşeehe evvele merrah(79)” "Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" diyor. ﴾78﴿ De ki: "Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek.(79)

Bu Ayeti kerimede geçen “kul - söyle” kelimesi, peygamberlik hakikatini açıkça gösterir. Zira Cenab-ı Hakk’ın muhatabı, ancak insanlar içinden seçilen ve kendisine “peygamber” denilen zat olabilir.

Evet, insanın bu dünyada Kur’an ile sorumlu oluşunun sonu, görüldüğü üzere ölümdür. Ölüm, Allah’ın huzuruna çıkmakla şereflenmek (Huzuru Kibriya ile müşerref olmak) veya o huzurdan kovulmaktır (tard olunmaktır.)

39

Yasin Suresi 71-76. Ayetler: Evelem yerev enne halakna lehüm mimme amilet eydiyne en’amen fehüm lehe melikün (71) Vezellelnehe lehüm feminhe rakübühüm veminhe ye’külün (72) Velehüm fihe menefıu vemeşeribu efele yeşkürün (73) Vattahazu min dunillehi eliheten leallehüm yünsarun (74) La yestetıune nasrahüm vehüm lehüm cündün muhdarun (75) Fela yahzunke kavluhüm inne na’lemu me yusirrune veme yu’lınun (76)

Görmezler mi ki kendi kudretimizin eserlerinden olmak üzere onlar için sahip oldukları nice hayvanlar yarattık. ﴾71﴿ Bunları kendilerine boyun eğdirdik ki bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler. ﴾72﴿ Bunlarda kendileri için içecekler ve başkaca yararlar da vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?﴾73﴿ Onlar yardım göreceklerini umarak Allah’tan başka tanrılar edindiler. ﴾74﴿ Hâlbuki o sözde tanrılar, kendilerine yardım edemezler, aksine kendileri onların hizmetindeki askerlerdir. ﴾75﴿ Onların sözleri seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da elbette biliyoruz. ﴾76﴿

‘En’amen’ kelimesi ‘niamun’ kelimesinin çoğuludur. Bu kelime sekiz sınıf hayvanatı yani deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanatı ehliyenin erkek ve dişisini kapsar.

‘Evelem yerev‘ cümlesi beyan eder ki en’am, nevi beşerin gözüyle müşahede ettiği ve her zaman onlardan istifade ettiği ilahi nimetlerdendir. O halde Allah’ın tek olduğuna (tevhide) delil aramak için uzağa gitmeye, uzun uzadıya tefekkür etmeye ihtiyaç yoktur.

Mülk kelimesi Ayette geçen ‘Fehüm lehe melikün’ cümlesinde kahr ve kudret manasındadır. Yani insanlar bu hayvanlara kadir ve kahirdirler. Yani hayvanlar onların emrindedirler. Allah (cc) bu hayvanları yaratmış ve insanlara boyun eğdirmiştir.

‘Veenzele leküm minel en’ami semeniyete’ tabiriyle güya bu mübarek hayvanlar dünya hayvanları değil ki içinde vahşet ve zarar bulunsun. Yukarıdan yani nimet hazinesinden indirilmiştir, der.

‘Fehüm lehe melikün’ cümlesi ifade eder ki şayet Cenab-ı Hak, insanı hayvanlara malik ve hâkim kılmasaydı beslenme ve nakil aracı olarak ondan istifade edemezdi. Madenleri insana itaatkâr kılmasaydı araba, uçak, gemi gibi vasıtaları ve diğer cihazları yapamazdı.

‘Vezellellne’he’ onlara itaatkâr (musahhar) kıldık ifadesiyle insanın maddi hayatının devam ve bekası, 3 doğum yeri (mevalidi selase) denilen madenler, bitkiler (nebatat) ve hayvanata bağlıdır.

Allah bunları insana menfaatli kılmasaydı ve itaat ettirmeseydi insan ne hayvanlardan faydalanabilir ne de teknoloji araçlarının kaynağı olan madenlerden yararlanabilirdi. Araba, uçak, gemi gibi vesaiti nakliyeyi ve diğer teknolojik cihazları üretebilmek için gerekli olan madenleri bizim emrimize amade kılan Allah’tır.

Ayette geçen ‘Meşeribu- içecekler’ kelimesi ‘meşrub- içecek’ kelimesinin çoğuludur. Bundan murad süttür. Süt ayette geçen ‘menefiu - faydaları’ tabirinde dâhil olduğu halde Cenab-ı Hak onu şeref ve kıymetinden dolayı tek başına zikretmiştir. Çoğul olarak zikri sütün birçok cinsleri olduğunu ifade etmek içindir.

‘Meşeribu’ kelimesinin kastettiği süt ve ürünleri olan kaymak, yağ, peynir, çökelek her ne kadar dişi hayvanlardan elde edilse de, erkek hayvanlar sebebiyle olur. Çünkü bu, hayvanın hamile olmasına bağlıdır. Bu içecekler, erkekler ve dişiler sayesinde elde edilmektedir.

‘’Amilet eydiyne’ cümlesindeki ‘el (yed)’ ellerimiz (eydiyne): Eserin şanının azametine işaret etmek için eller kelimesi çoğul olarak kullanılmıştır. ‘Biz, onları herhangi bir ortak (şerik) ve yardımcı olmadan ilim, irade ve kudretimizle ihtimamla yarattık’ demektir.

Allahu Teâla’nın ‘Bunları kendi ellerimle yaptım’ demesi o eseri vücuda getirirken ihtimam gösterdiğinin bir ifadesidir.

‘İnsanlar düşünmüyorlar mı ki; biz onların faydaları için ellerimizle hayvanları halk ettik.’

Yağmura ‘rahmet’ namı verildiği gibi bu mübarek hayvanlara da ‘nimetler’ (en’am) namı verilmiş. Hayvanların cismani maddeleri yerde yaratılıyor, ama nimet olma ve insanların ihtiyaçlarını karşılama yönü maddesine tamamıyla galebe ettiğinden ‘enzelne - biz indirdik’ tabiriyle “doğrudan doğruya bu mübarek hayvanları birer hediye olarak Allah, yüksek mertebe-i rahmetinden ve cennetinden yeryüzüne indirmiştir” ifade eder.

Beş paralık bir maddeye bazen beş liralık bir sanat işlendiği gibi bu hayvanatın cismani maddelerinin değeri nazara alınmadan nimet olma ve insanların ihtiyaçlarını karşılama yönüyle üzerlerindeki ilahi san’at nazara alınmış ‘veenzelne, veenzele - gökten indirdik’ tabir edilmiştir.

Şükür nimet için güvence (eman)dır, şükürsüzlük nimetin son bulmasına (zevaline) sebeptir. Şükür, nimetleri Allah’ın emri ve izni dairesinde kullanmaktır.

Ayeti kerimede geçen ‘eliheten’ ilahlar demektir. Zekât vermenin bir hikmeti de malı ilahlaştırmamak için mala karşı olan sevgiyi (muhabbeti) kalpten çıkarmaktır. Hem malın hakiki sahibi Allah olduğunu anlar.

‘leallehüm yünsarun - yardım göreceklerini umarak Allah’tan başka tanrılar edindiler’ cümlesi ile Allah’dan başka ilahlar edinmenin altında yatan sebep, maddi ve manevi menfaat talebidir.

“Muhdarun - yardıma hazır “ kelimesi, putların hazır oldukları halde yardıma muktedir olamadıklarını beyan eder; yardım için hazır olup da yardım edememek, aczin nihayetidir.

Kendisine sığınılan Allah’tır. Küfür ve şirk inancında ise koruyan kullar, korunan putlardır.

Hazreti Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah kıyamet gününde insanları tek bir düzlükte bir araya getirecek, sonra âlemlerin Rabbi onlara tecelli edip şöyle diyecek: ‘Dikkat edin! Her bir insan dünyada iken neye ibadet ediyor idiyse, onun arkasından gitsin.’ Bu emir üzerine, haç sahibi olanlara haçları, surete tapanlara suretleri, ateşe tapanlara ateşleri gösterilecek. Onlar da dünyada iken ibadet ettiklerinin peşinden gidecekler. Geriye Müslümanlar kalacak...” (Müsned ll 435)

Allah (cc), peygamberlerine; “Siz ilahi emirleri sadece duyurun. Şayet dinlemezlerse, onların cezalarını Ben veririm” buyurur. Nuh Kavmi, Ad kavmi, Semud kavmi gibi azmış (taği) ve zalim (baği) kavimlere gelen arzi ve semavi tokatlar, peygamberleri tarafından değil; Allah tarafından verilmiştir.

Zarar elinde olan “Darr” yalnız Allah’tır.

“Fele yahzunke kavluhum” “Onların sözleri seni müteessir etmesin” ayeti Allah’a yapılan iftiradan dolayı kalbi Muhammedi (asm)’da hâsıl olan hüznün derece-i şiddetini ifade eder.

Hayvanatın yediği ot ve içtiği sudan hem et hem süt hem deri hem gübre hem kıl ve yün gibi menfaatler izni ilahi ile vücuda gelir. Bu, Allah’ın varlığına birliğine bir delildir.

Halakne lehüm mimme amilet eydiyne en’amen” ayeti kerimesi, en’am denilen koyun, keçi, deve ve sığırın Allah’ın yaratmasıyla (halkıyla) vücuda geldiğini ifade etmekle bütün hayvanat taifesine vücut veren Allah olduğunu; yaratma (hallakıyet) fiilinde Allah’ın ortağı (şeriki) olmadığını gösterir. Fiildeki birlik failin bir olduğuna delalet eder. Yeryüzünün bir bölgesinde yaşayan mesela bir ineğin sahip olduğu özellik ve evsafı ne ise, yeryüzünün bütün bölgelerinde yaşayan ineklerin özellik ve evsafı da odur, değişmez.

Kur’an, bir eseri eline alır. O eser üzerinde bütün İlahi eserleri isbat eder. Bu üslub u alisiyle, âlemin hiçbir yerinde şirk ve iştiraka mahal olmadığını isbat eder.

Hem nevi beşer hem de istifadeleri için onlara ikram edilen bu hayvanat taifesi; acz, fark, zaaf, kusur ve cehl ile yoğrulmuştur; mayeleri ve mahiyetleri budur; mahlûk demek, kusurlu ve muhtaç demektir. “Şu mahlûkat içinde en fazla muhtaç ve Rabbine karşı en fazla nankörlük eden nevi beşerdir.” (Adiyat suresi: ayet 6)

Şu muvakkat ve fani dünyada bu en’amı nimet olarak ihsan eden Allah, elbette bu en’amın daha alasını ahirette cennet saadeti suretinde ebedi olarak iman ve itaat ehline ihsan ve ikram edecek. Buradaki en’am oradaki en’ama bakar ve ondan haber verir.

Allah gizli ve aşikâr her şeyi bilir. Bununla beraber ayeti kerimede “me yüsirrune - gizledikleri şeyler” cümlesi “me yu’lınune - açığa vurdukları şeyler” cümlesinden önce gelmiştir. Bunun hikmeti; Zahirde olan şeyin elbette kalpte bir başlangıcı (mukaddimesi) mevcuttur. İlmi İlahinin kalpte olan o mukaddimeyi bilmesi, görüneni bilmesinden önce olduğunu beyan etmek içindir.

Bizim için gizli (sır) olan şeyler ilm-i İlahide mevcuttur. Vücuda geldikten sonra bizim için aleni olur.

Zira bütün işlerin merkezi insanın batınıdır yani kalbidir. Öyle ise insan kalbini her türlü şirk, küfür, nifak, batıl itikat ve kötülükten muhafaza etmeli, Allah sevgisi (muhabbetullah) ve ihlas ile doldurmalı.

“Mimme amilet eydiyne en’amen” ifadesiyle bu en’am denilen hayvanlar yaratılıyorlar, imal olunmuyorlar. Burada Cenab-ı Hakk’a has olan yaratma fiili, bir san’atkarın herhangi bir eseri kendi eliyle özel olarak sanatlı bir şekilde işlemesine benzetilmiştir.

İnsan bütün bu nimetleri veren Allah’ı unutarak gaflete düşüyor, gaybi olan Allah’ı görmüyor, zahiri sebebi görüp nimeti ondan biliyor; hububatı topraktan, meyveyi ağaçtan, sütü inekten biliyor.

Gökyüzü berrak, safi, hiçbir şey yokken bir mahşer-i acaip gibi dağvari bulut parçaları kendi kendine toplanmıyor; canlıları tanıyan birisi gönderiyor.

Bu ayeti kerimelerde, nev-i beşerin aczine binaen, deve, sığır, koyun, keçi gibi mübarek hayvanların kendilerine itaatkâr (teshir) edildiği haber verilmesi; insanın şu kainat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzediğini gösteriyor. Yani çocuk gibi zaif ve aciz olması sebebiyle, şu mevcudat ona itaatkâr (musahhar) edilmiş.

Şu aciz insan cismaniyeti cihetiyle bitki gibi (nebati) ‘dir, nefsi itibariyle ise hayvan gibi (hayvani)dir.

Bu ayeti kerimelerde, Allah’ın yarattığı şu kâinatın ve her bir mevcudun, bahusus en’am denilen deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanattan her birinin bir benzerini vücuda getirmek mümkün olmadığı, dolayısıyla mucize olduğu ispat edilmektedir.

38.

Yasin suresi 69. ve 70. ayetler: “Vame allemnahuşşı’ra vame yenbeği lehü in hüve ille zikrun vakur’anun mübin (69) Liyunzira men kene hayyen vayahıkkal kavlu alel kefirin (70)”

Biz ona (Hazreti Muhammed (asm)’a) şiir öğretmedik; zaten ona yaraşmazdı da. O (Kur’an), ancak (nevi beşeri hak yola sevkeden ilahi) bir öğüt ve apaçık Kur’an’dır. ﴾69﴿ Diri olanları uyarsın ve inkârcılar hakkındaki o söz (ceza) gerçekleşsin diye (gönderdik).﴾70﴿

Bu ayetler; Kur’anın indirilmesinden gaye ve maksad uyarmak (inzar) ve müjdelemek (tebşir) olduğunu beyan buyurmaktadır.

Bu ayeti kerimelerin bu makamda zikri Allah’ın tek olduğunu (tevhid) ve mahşerde cismani dirilişin -haşa- hayal değil, hakikat olduğunu; şiirin hayallerinden münezzeh olduğunu bildirmek içindir.

Hulasa şiir hissidir ve hisse hitab eder. Ayatı Kur’aniye ise hissi değil kalb ve aklı birleştirerek muhatabını hakka hakikata dünya ve ahiret saadetine sevk eder.

Kur’an’ın maksadı toplumda şefkat ve merhameti nizam ve adaleti tesis edecek kanunlar koymaktır. Gayesi iki dünya saadetidir. Hedefi iman, ameli salih, takva ve güzel ahlaka teşvik ve terğib; şirk, küfür, nifak ve Allah’ın hoşnut olmadığı amellerden (masiyetten) nefret ettirmektir.

Bu ayeti kerime Kur’an’ın şiir, Hazreti Muhammed (sav)’in de şair olduğunu söyleyenleri reddeder. Onların bu sözden gayeleri Resul-i Ekrem (asm)’a inzal buyrulan Kur’an’ın - haşa - Allah adına uydurulmuş bir beşerin düzmesi olduğunu iddia etmek ve böylece O’nun peygamberliğini inkar etmek ve yalanlamaktır.

Vame allemnehuşşı’ra” ‘Biz ona şiir öğretmedik’ cümlesi ifade eder ki Hazreti Muhammed (sav)’a hak ve hakikatı talim eden bizzat Allah’tır.

Müslüman olduktan sonra Lebid şu beyti okudu: “Kerim olan kimse nefsi kadar kimseyi ayıplamaz; kişiyi ancak salih arkadaş ıslah eder. Allah’tan başka her şey devamsızdır; her nimet de hiç şüphesiz zevale mahkûmdur.”

Kur’an kalpler için bir zikir, kalplerdeki hastalıklar için bir şifa ve öğüttür; takva sahibi kimseler için kalbe inen bir nur (hidayet) ve rahmettir; kalplerin cilası, ruhların ilacıdır.

“İn hüve ille zikrun vakur’anun mübin “ cümlesi der: Kur’an hem zahir hem de batını beraber ders verir. Yani dünya (alem-i imkan) üzerinde tecelli eden İlahi isimleri ve sıfatları ispat (tespit) eder.

“vauhıya ileyye hezel Kur’anu liunzireküm bihi vemen beleğe.” (Enam 19) ayeti kerimenin ifadesiyle; Resuli Ekrem (sav) yevmi kıyamete kadar Kur’anla umum nevi beşeri inzar edicidir ve Kur’an kendisine ulaşan (vasıl olan) kimsenin Resulullah’ı görmüş gibi Kur’ana iman ve ahkâmıyla amel etmesi vaciptir. Çünkü Kur’an’ın ahkâmı kıyamete kadar gelip geçeceklere şamildir.

Bu Ayeti kerimeler (Yasin: 69-70) ilahi emir ve yasaklar (teklifi kanunları) nazara vermek suretiyle tabiat (tekvini) kanunlarını, dini emirler (teklif) ile takviye etmektedir. Bu üslub-u Kur ’ani, dini emirler (teklif) ile tabiat kanunlarının (tekvinin) ayrı ayrı olamayacağını isbat eder. Kâinatta yani afak ve enfüste cari olan tekvini kanunları icra ve tatbik eden kim ise insanlık âleminde insanın iradesiyle vücuda gelen fiil, söz ve davranışta da dini emirleri koyan (teklifi kanunları vaz’eden) ve icra ve tatbikini isteyen de O’dur (Allah’tır ). Yani her iki kanun bir tek iradeden gelir, bütün kâinat tabiat kanunlarına (evamir-i tekviniyeye) itaat ettiği gibi nevi beşer de dini emirlere (evamir-i teklifiyeye) itaat eder. Böylece her iki âlemde de Allah’ın tek olduğu (tevhid) hakikatı tebarüz etmiş olur.

Kur’anı Azimuşşan; kalbi imanla diri olan müminler için bir ikaz ve ihtar vesilesi olmak noktasında onları devamlı olarak hak ve hakikat yoluna ulaştırıyor, hidayet ve istikamete irşad etmek suretiyle dini emirleri (teklifi kanunları) nevi beşere ders veriyor.

37.

Yasin suresi 68. ayet: “Vamen nuammirhü nünekkishü filhalkı efele ya’kılun” Ve her kimin de (bu dünyada) ömrünü uzatırsak onun hilkatini aksine döndürürüz. (Eski kuvvetinden, bilgisinden, kabiliyetinden eser kalmamaya başlar.) (Onlar) hiç düşünmüyorlar mı?’

Mükellefiyet çağına eren her insana düşünebileceği ve imanın şartlarını tasdik edebileceği kadar bir müddet bahşedilmiştir.(Fatır:37) Allah kime ne kadar ömür takdir etmişse, onun hakkında en faideli ve hikmetli olan ömür odur.

Zamanın hükmü altında olan her şey tekâmül kanununa tabidir. Her gezegenin kendi yörüngesinde yüzmesiyle, cirminde tahribat meydana geldiği gibi; güneş, ay ve gezegenlerin cereyanından hâsıl olan zamanın, hükmü altına giren insanın vücudunda da tahribat meydana gelir, ihtiyarlık arız olup tükenmeye ve ayrılmaya mahkum edildiği için ancak ahiret inancıyla müteselli olabilir.

İnsan ile kabre gidecek olan, sahip olduğu inanç (itikat) ve yaptığı amelleridir.(Kehf suresi: 46)

Otuz üç seneye kadar çocukluk ve gençlik, otuz üç yaşından kırk seneye kadar öğrenmenin kemal zamanı, kırktan altmışa kadar kemal yaşı, altmış yaşından ömrün sonuna kadar ihtiyarlık çağıdır ki nihayette insan idrakten yoksun tedbirden uzak bir hale gelir.

Ayetteki ‘nuammirhü’ ‘ömrünü uzatırız’ ve ’nunekkishü’ ‘yaşlandırırız’ fiillerinin faili ‘biz’ zamiridir. Yani ‘Biz Aziz ve Rahim isimlerimizle insan vücudunda tasarruf ederiz. Bizden gayrı bir sebep bu faaliyeti yapamaz. İnsanı çocukluktan itibaren besleyip büyüterek kemal yaşı olan kırk yaşına ulaştırması, Rahim isminin tecellisini gösterir. Kırktan sonra onu yavaş yavaş ihtiyarlığa maruz bırakması, vücudunda yer edinen hastalıklar ve arızalar sebebiyle o vücudu tahrip etmesi, Aziz isminin tecellisini gösterir. Keza kabirde nevi beşeri çürütmesi, ehli küfür ve isyanı cezalandırması Aziz isminin tecellisiyledir; ehli iman ve taati saadete mazhar etmesi de Rahim isminin tecellisiyledir.

Ayeti Kerime bu dünyanın devam ve beka yeri olmadığını, zeval ve fena yurdu olduğunu haber vermektedir. Bundandır ki Allah (cc) ayeti kerimenin son kısmında ‘akıl etmiyorlar mı’ “Taakkul etmiyorlar mı?” buyurmaktadır.

Beşerin mükellefiyet altına alınması Allah’ın tek olmasının (tevhidin) iktizasıdır. Zira ‘Küntü kenzen mahfıyyan fahalaktul halka liya’rifuni’ (Keşfül hafa 2, 121) hadisi kutsisi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının birer gizli hazine olduğunu, bunların keşfedilip bilinmesi için mahlûkatın, bahusus akıl sahibi olan nevi beşerin yaratıldığını ifade ediyor. İnsan, akıl ile varlıkları, kalp ile de Allah’ın sonsuz varlığını keşfeder. Kendi bedenindeki (Enfüs) ‘deki ve dünya (afak) ‘daki delillerden uzak kalıp küfür ve isyan ile mukabelede bulunanlar, elbette dünyevi ve uhrevi belaya, musibete, azaba, şiddete, sıkıntıya maruz kalacaklar.

İnsan denilen bu muhatabı Rabbani Kur’an’a ve peygambere (sünnete) tabi olmakla mükellef edilerek bir tecrübeye tabi tutuldu. Vazifesi, Kur’an ve peygamberin (sünnetin) düstur ve hükümlerine, tabi olmak suretiyle, İlahi rızayı kazanmak olduğu ona bildirildi.

Kısa bir ömürde işlenen suça cehennem gibi bir ceza verilmesinin hikmeti, insanın bütün zamanların hulasası (ahseni takvim) suretinde yaratılmasıdır.

Zira hem, âlemde ne varsa insanda birer numunesi var: Alemde alemi misal, levhi mahfuz, melekler, şeytan, güneş, arş, kürsi, cennet, cehennem, İnsanda kuvve-i hayaliye, hafıza, melek-i ilham, lümme-i şeytaniye, göz, kalp, akıl, iman, küfür var.

Hem, insan İlahi isimlere ayinedir: Zıddiyet itibariyle; mesela Allah kadirdir insan acizdir. Numunelik cihetiyle; görmek, işitmek, kelam, hayat, ilim, irade, kudret yedi sıfatı İlahiyenin birer numunesi insanda mevcuttur. Üstünde nakışları görünen İlahi isimlere ayine olması cihetiyle; yaradılışı Sanatkar (Sani’) ve Yaratıcı (Halık), bütün zamanların hulasası (hüsnü takvimde) olması Rahman ve Rahim isimlerini, hüsnü terbiyesi Kerim ve Latif isimlerini gösterir.

Hem de, ana rahmine düştüğü anı, semavat ve arzın altı gün hilkatından birinci gününe, gençlik kemali ömrü dünyada ilk insan Hazreti Adem (as)’ın yaratılış vaktine, ihtiyarlık vakti, ahirzaman Peygamberinin (asm) asrı saadetine, vefat vakti dünyanın kıyamet esnasındaki harabiyetine işaret eder.

İnsanın hayır ve şer namına yaptığı her bir ameli bütün âlemle, zaman ve mekânlarla alakadar olduğundan insanın ehemmiyeti büyük olduğu gibi yaptığı tahribatı da büyüktür.

36.

Yasin suresi 66-67. ayetler: “Velev neşeu letamesne ale a’yunihim festebakus sırata feenne yubsırun. Velev neşeu lemesahnahüm ale mekenetihim femestetau mudiyyen vela yerciun.”

Dilesek (dünyada da) gözlerini büsbütün kör ederdik de yolu bulmak için çabalayıp dururlardı; ama o takdirde nasıl görebileceklerdi ki? ﴾66﴿ Yine dilesek oldukları yerde onların mahiyetlerini değiştirirdik de (taş gibi) artık ne ileri gidebilirler ne de geri dönebilirlerdi.﴾67﴿”

‘Essırata’ ‘yol’ kelimesinin ifadesiyle; ehli şirk ve küfür süre gelen (mutad olan) aba ve ecdatlarının takip ettiği şirk ve küfür yolundan ayrılmıyorlar, hidayet yolunu bulamıyorlar. Gözleri görür ve kuvve-i cismaniyeleri yerinde ve kuvve-i akliye ve sair idrakleri yolunda olduğu cihetle tariki hakka iman etmelerine (ihtidalarına) bir mani olmadığından ihtida etmeleri lazım gelirken ihtida etmediler. Demek onların mazeretleri yoktur ve cezaya müstahak olmaları aynı adalettir.

Şayet Allahu Teâla görücü (Basir) isminin tecellisini çekip görme özelliğini alsa, gözümüz görmez olur. Gözleri açık olarak tariki hidayeti (iman yolunu) görüp bildikleri halde tariki hakka gitmeyenler, kendi iradeleriyle sapkınlık (dalalet) yolunu tercih ettikten sonra Allah da onları manen kör eder. (Bakara 7, 18, 171 A’raf 64, Yunus 43, Nahl 108, Neml 81, Rum 53) İnsan kendi iradesiyle işlediği (irtikâp ettiği) şirk ve küfür sebebiyle kalp gözüne perde çekmekle, manen kör olur, hakkı göremez bir vaziyet alır. Dolayısıyla mesuliyeti de o çeker, Allah (cc) burada o gözleri manen kör (tams) ettiği gibi; ahirette de o gözleri kör eder. (İsra 72, 97 Taha 124-126) O kimse şaşkın şaşkın haşir (mahşer) meydanında dolaşır, yolunu bulamaz, böylece o insanı perişan ve rezil eder. Zira Yüce Allah, insanlık nimetini mülk olarak vermemiş ibahe etmiş, yani istifademiz için emaneten vermiş. Nefis, şeytan, su-i karin (temasta olduğumuz kötü kişiler) ve dünya, denilen bu dört düşman insana musallat olmuş. Dünya kapısı kapanıncaya kadar bu düşmanlarla olan mücadele ve mücahede devam edecektir. O yüzden hiç kimse imanının akıbetinden emin olamaz.

Kur’an’daki ‘edalle - dalalete düşürdü’ ve ‘tekfurune - inkâr ediyorsunuz’ (Yasin:62, 64) ifadeleri bu fiilleri şeytanın ve insanların iradelerine vererek onların küfür ve şerdeki bu muvaffakiyetlerinin güç ve kuvvet sahibi olmalarından değil, bir iradeye sahip olmalarından kaynaklandığını ifade ediyor. Şirk ve küfür tahrip etmektir, az bir fiil veya küçük bir ihmal ile çok büyük cinayetleri işleyebilmek ve çok büyük tahribata yol açabilmektir. Allah dileseydi ehli şirk ve küfrü maddeten ve manen kör ederdi. Keza dileseydi onları cansız varlıklar ve hayvanat gibi iradeden mahrum bırakabilirdi. Ancak Allah u Teala sırrı imtihan gereği onları irade sahibi kıldı ve iradelerini serbest bıraktı.

Aziz olan Allah bazen bu dünyada dahi o mükâfat ve cezayı veriyor. Peygamberlere gelen kurtuluş, muhaliflerine vurulan tokat bunun şahididir. Lut (as)’ı yalanlamaları sebebiyle Lut kavmine gelen kör olma (tams) cezası; Davud ve İsa (as)’a muhalefetleri sebebiyle Eyle Halkı (Ashabı Sebt) ve Ashabı Maide’ye gelen, iradesiz varlık olma (mesh) cezası bu davanın bir şahididir ve uhrevi cezayı hatırlatan bir misal ve numunedir.

Cin ve insan şeytanlarının yaratılmasının bir hikmeti de cevheri insaniyenin tezahürüne sebep olmasıdır. Zira şeyatin-i cinni, insan nevine musallat olmazsa insanların kabiliyeti inkişaf etmez. Şayet Allah (cc) dileseydi cin ve insana cansızlar ve hayvanatta olduğu gibi, bir irade vermezdi. Veya melaike taifesinde olduğu gibi sadece hayrı tercih edecek bir irade verirdi. Veyahut şeyatin taifesinde olduğu gibi sadece şerri tercih edecek bir irade verirdi. Ancak hem hayrı hem de şerri tercih edebilecek bir irade vermiş ve bu cihette o iradeyi serbest bırakmış. Ta ki nihayetsiz yükselmeye mazhar veya hadsiz alçalmaya duçar olsun.

Her şey zıddıyla bilinir. İman da küfrün zıddı olduğundan Allah, onlar ile kıyaslayarak mü’min kullarına ettiği nimetlerin derecelerini bildirir. Akıbetinde iman etmeyenleri müstahak oldukları cehenneme teslim eder.

Ehli şirk ve küfür Allah’ın (Sani’i alemin) mucizeli sanatlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği, dünyanın imareti için çalıştığı ve bu cihette ehli iman ve taate hizmet ettiği için (A’raf suresi:32) cezaları muvakkaten erteleniyor.

35.

Yasin suresi 65. ayet: “Elyevme nahtımu ale efvahihim vetükellimüne eydiyhim veteşhedü ercülühüm bime kenü yeksibün.”

Bugün onların ağızları üzerine mühür basarız ve bize elleri söyler ve neler yaptıklarına dair ayakları şahitlikte bulunur.

Melekler, amel sahifelerini getirip sahiplerine takdim ederler. O suça şahit olan ne varsa hepsi getirilir ve onlar o kimsenin aleyhinde şehadette bulunurlar. O şahıslar bütün bunları da reddedip kendi azalarından şahitler isterler. Bu defa elleri, ayakları, kulakları, gözleri, derileri, hafızaları konuşturulup yaptıklarına şehadet ederler. Zira insanların yapmış oldukları ameller, azalarında iz bırakır. Azalar bahusus hafızalar şahit olunca o zaman insan susar cevap bulamaz.

İşlenen günahlar, azaların içine girip iz bırakır ve silinmesi mümkün değildir. İstiğfar günahı örtmek, rezaleti göstermemek demektir. “Ya Rabbi! Günahlarımdan dolayı senden mağfiret talebinde bulunuyorum” diyoruz. Allah bu istiğfar sebebiyle günahı afveder. Yani örtüp gizler. Mahşerde herkes suale çekildiğinde, Allah (cc) mü’minlerden dilediği kimselerin günahlarını afveder, yani setreder (örter) ama izi ebedi olarak o azanın içinde kalır. Kanunu ilahi budur, değişmez. İşlediği günahların bir cezası da cennette tam lezzet alamamasıdır.

“Ve her insanın amelini boynuna dolayıverdik ondan ayrılamaz (İsra suresi ayet 13) ayetinin işaretiyle kıyamet gününde her insanın hayır ve şer bütün amelleri, hafızalarında muhafaza edilmiş olarak gelir.

Ahiret hesabı iki kısımdır: Biri: Allah’a ait olan hesaptır ki; bu hesap, bir anda biter. Allah’ın hesabı süratli ve kolaydır. Bütün mevcudatın hesabını gayet kısa bir zamanda bitirir. (Al-i İmran suresi ayet 19) Diğeri: Bütün âlem huzurunda melekler vasıtasıyla yapılan hesaptır. İnsan göz, kulak, el, ayak, hava, su, yemek, içmek, gönderilen peygamber (irsali rusul) ve indirilen kitaplar (inzali kütüp) gibi maddi ve manevi her nimetten suale tabi tutulur. (Tekasür suresi ayet 8)

Mahşerde ağızların mühürlenip ellerin dile gelmesi ve ayakların şahitlik etmesi gibi haller, hep mahşerdeki cismani dirilişten haber verir ve onun delilleridir. Okuma yazma bilmeyen (Ümmi) biz Zat (Hz. Muhammed) (asm)in, Allah’ın tek olduğu (tevhid) ve mahşerde cismen diriliş (haşir) hakkında bilgi vermesi Onun peygamber olduğunun delilidir.

Ehli şirk ve küfür dünyada delil ve bulgudan (hüccetten) uzak gerçekte olmayan ve kendi zihinlerinde oluşturdukları şirk ve küfrü ağızlarıyla söylerler. Böylece Allah’a iftirada bulunurlar. Cenab-ı Hak, ehli şirk ve küfrü, şirk ve küfürlerine şayeste cezayı vermek suretiyle o cürmün rezaletinden kurtarmakla onlara merhamet eder.

(Fussilet suresi 21-23): Amellerinizin çoğunu Allah bilmez zannettiniz ve amellerinizi, insanlar arasında yayılmasından korktuğunuz için gizlerdiniz. Şu sizin, Allahu Teala amellerinizin çoğunu bilmez zannınız, sizi helake götürdü ve hüsrana uğrayanlardan oldunuz.

Alemin harab olması ve ahiretin icadı insanın hayır ve şer bütün amellerinin karşılığını görmesi içindir. Her insan, kıyamet gününde küçük büyük az çok her amelini mutlaka görecek. Buna “amellerin arzı” denilir. Ehli imanın kimisi hesapsız cennete gider. Kimisi kolay (hesabı yesire), kimisi zor hesaba (hesabı asire) düçar olup neticede cennete gider. Ehli imanın bir kısmı da şerleri hayırlarına galebe çaldığından ve afvı ilahiye mazhar olamadığından cehenneme gider cezasını çektikten sonra cennete gider. Ehli küfür ve ehli nifak elli bin seneye denk gelen bir günlük mahşer gününde hesap vermeye maruz kalırlar, o günde rezil ve rüsvay olurlar. Neticede ebedi kalmak üzere cehenneme atılırlar.

34.

Yasin suresi 63. ve 64. ayetler: “ Hezihi cehennemulleti küntüm tüadün. “Bu, va’d olunduğunuz cehennemdir.” ﴾63﴿

Şeytana itaat etmekle sıratı müstakimi kaybedenlere denecek. Bu ilahi tehdit (vaidi ilahi) müminler için de geçerlidir. Zira onlar için de imanla gitmek hususunda bir garanti yoktur. Hem ilahi izzet ve azamet ve kibriya cehennemin vücudunu iktiza eder. Zira kâfir, küfrüyle izzet ve celaline şiddetle dokunduruyor. Hem Cehennem olmazsa cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Zira her şey zıddıyla bilinir. Bu dünyada, açlık olmazsa yemeğin lezzet vermediği gibi mide harareti olmazsa su içmek, illet (hastalık) olmazsa afiyet zevksizdir. “Uiddet lilkefirin” (Bakara 24) “O (Cehennem), inkârcılar için hazırlanmıştır.” ayeti, cehennemin şu anda mevcut olduğunu açıkça ifade eder.

64. “Islavhel yevme bime küntüm tekfürune” “Küfür ve inkârda ısrar ve devam etmenize ceza olarak bugün girin oraya”

Küfür ve küfran kelimeleri, inkâr edilen ve örtülen (setredilen) bir nimetin mevcudiyetini haber veren bir kelimedir. Ateş azabı musibetini celbeden küfürdür. Küfür imanın zıddıdır. İman, Hazreti Muhammed (asm)’a indirilen cümle ahkâmı (bütün emirleri) tasdik etmektir. Küfür ise Hazreti Peygambere indirilen ahkâmın (emirlerin) tümünü veya bir tanesini inkâr etmektir. Ahkâmı ilahiyenin hepsine birden iman etmek zaruridir. Zira iman edilecek esasların bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanın imanı geçerli değildir.

Nefsi insani inad edip ilahi emirleri (delili nakliyi) kabul etmediği gibi delili akliyi de kabul etmez. Demek inat edenler hakkı bulamaz haktan mahrum kalır. Neticede kendi elleriyle kendilerini azabı ilahiye duçar ederler.

Zatı Zülcelal (Allah) âlemi nur olan cennetten yıldızlara nur verip cehennemden ateş (nar) ve hararet gönderir. Aynı halde o cehennemin bir kısmını ehli azaba mesken ve hapis (mahbes) yapar. Cennet ve cehennem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligahıdır. Tecelligahın yeri ise her yerde olabilir. Allah (Rahmanı Zülcemal ve Kahharı Zülcelal) nerede isterse tecelligahını açar. Şu an cehennemin mevcut olduğuna inanırız (itikad ederiz) amma yerini tayin edemeyiz.

33.

Yasin suresi 62. ayet: “Valakad edalle minküm cibillen kesiran efelem tekünü ta’kılun.” Zatı uluhiyetime (ilahlığıma) yemin (kasem) ederim ki şeytan sizden birçok toplulukları sapkınlığa (dalalete) düşürdü.﴾62﴿

Ayeti, şeytanın çok büyük cemaatları, birçok ümmetleri yoldan çıkardığı muhakkak olduğunu beyan ettiği halde, şeytana tabi olmadaki (ittibadaki) vehameti düşünmek lazım gelirken, düşünmeyenleri, “Hiç düşünmez misiniz” cümlesiyle Allah (Cenab-ı Hak) azarlar ve uyarır (tevbih ve tekdir eder). Daha evvel yaşanan hadiselerden ders ve ibret almak insan tabiatının (fıtratı insaniyenin) gereğidir (muktezasıdır). Fıtratınıza aykırı (muğayir) harekette bulundunuz. Bu, insaniyetinize yakışır mı?

Kuran, sebep ve neticeyi beraber zikreder. Zira akıl, sebep ile netice arasında münasebet olup olmadığını anlamak (derk etmek) ister.

Sizler eski ümmetlerin (ümemi salifenin) peygamberlerine muhalefetleri sebebiyle dalalete düştükleri için semavi ve arzi bela ve musibetlere duçar olduklarını gördüğünüz (müşahede ettiğiniz) halde neden hala aklınızı başınıza almıyorsunuz, ibret nazarıyla bakmıyorsunuz, onların akıbetine düşmemek için Hz Muhammed’in (asm) peygamber olduğunu (Risaleti Muhammediyeyi) kabul etmiyorsunuz.

Kur’an : “Ya beni âdeme” (Yasin suresi 60. ayeti) “ey Âdemoğulları” hitabıyla umum insan nevi ile (nevi beşerle) konuşuyor. Bundan anlaşılıyor ki; Hazreti Muhammed (Resuli Ekrem) (sav) bütün peygamberlerin de peygamberidir.

“Hiç düşünmez misiniz” cümlesinde aklın vazifeleri;

Marifetullah: evrenin tabiat kanunları (tekvini) ve ilahi emirler (teklifi) deliller üzerinde düşünüp (tefekkür edip) Allah’ı, isimleri (esma) ve sıfatlarıyla tanımak.

İlahi hükümlere (Ahkâmı ilahiyeye) itaat: emirlere uymak (evamire imtisal), yasaklardan çekinmek (nevahiden ictinab).

Sabır: ibadet (Taat) üstünde sabır, günaha dalmaktan (Masiyetten) sabır ve Musibete karşı sabır.

Aklın izzet ve şerefi yaratanını (Halık’ını) bulmak, ona itaat etmek ve bu yolda direnç (sebat) göstermektir.

32.

Yasin suresi 60. 61. ayetler: “Elem e’had ileyküm ya beni âdeme en le ta’buduş şeytan, innehü leküm aduvvun mübin. ( 60) Ve enı’buduni, heze sıratun mustakım.” (61)

Ey Âdemoğulları! Size "Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır; bana kulluk edin, doğru yol budur" dememiş miydim? ﴾60-61﴿

“Le te’buduş şeytan - şeytana ibadet etmeyin” İnsan bu dünyaya müstakillen gönderilmemiş. Ala külli hal iki emir ortasındadır. Etrafından ona ya vahyi semavi ya şeytani dürtü (ilkaatı şeytaniye) gelir. İnsan ise kendi (cüz’i) iradesi ile ya Allah’a (Rahman’a), ya şeytana itaat edecek. Hangi tarafın emrini dinlerse o taraftan kabul görür.

Allah, insana hayır ve şerri birbirinden ayırabilmesi için kuvvei akliye; hayrları celbetmek için kuvvei şeheviye ve şerleri def etmek için de kuvvei gadabiye melekesini bahşetmiştir. Bu üç kuvveye yaratılıştan (fıtri olarak) bir had konulmamıştır. Bu kuvveleri aşırılıktan (ifrat ve tefritten) muhafaza edip haddi vasatta bulundurmak için peygamberler ve semavi kitaplar vasıtasıyla ilahi hükümleri rahmeten bildirmiş. İnsanların (Nevi beşerin) gelişimi (terakkiyatı) için de şeytanlar (şeyatin) taifesini onlara musallat etmiş. Demek şeytanların halk ve icadı ve nevi beşere musallat olmasının hikmeti, hayr kabiliyetlerinin inkişaf edip terakki etmeleri içindir.

“Vaeni’buduni heze sıratun mustakım. (Bana ibadet edin. İşte doğru yol budur.) Allah’a ibadet edilmesinin sebebi (illeti), bu yolun Âdemoğlu için doğru yol (sıratı müstakim) oluşudur.

“Heze sıratun mustakım” cümlesinde insanın bir yolcu olduğuna dair bir işaret var. Bir yolcunun selametle maksadına kavuşması için bir rehbere bir de yol azığı hazırlamaya ihtiyacı var. O rehber peygamberlerdir; o yol azığı iman, ibadet (ameli salih) ve günah ameller işlemekten sakınma (takvadır) . Takva: “Ve fakat şeytandan sana bir dürtü gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O; işitendir, bilendir.” (A’raf suresi ayet 200)

31

Yasin suresi 49. Ayeti: “Te’huzuhum vehüm yahıssımun” Onlar ancak, çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak korkunç bir ses bekliyorlar. ﴾49﴿

(Birbirleriyle uğraşırken kendilerini ansızın yakalayacak) cümlesiyle, kıyametin vaktine işaret eder ve umum nevi beşere şöyle der: “Ey insanlar! Ne zaman ki Allah’dan ve ahiretten gafil oldunuz, fakir ve miskinlerin hakkını gasp ettiniz; mal ve servet belli şahısların elinde toplandı; yeryüzünde şirk ve küfür hâkim oldu; iman edenlerin sayısı yok denecek kadar azaldı... İşte o zaman Allah (cc) bir rüzgâr gönderir. O rüzgâr müminlerin ruhlarını alır (kabz eder). Kıyameti, ehli şirk ve küfrün başına koparır.”

Kıyamete yakın malın paylaşılması hususunda yine bir büyük zulüm meydana gelecek. Bu zulüm kıyametin vukuuna sebep olacak. Allah, (cc) âlemi bu zulmü işleyenlerin başına yıkacak. Demek kıyametin kopmasının en mühim bir sebebi şirk ve küfür ile beraber malın paylaşımı hususundaki büyük zulümdür.

Ahir zamanda malın paylaşımında büyük bir adaletsizlik olacak; mal bazı kişilerin elinde toplanacak; fakir ve miskinlerin hakları gasp edilecek; bu mazlum taife bir parça ekmeğe muhtaç hale gelecek.

Yasin suresi 50. ayet: “Fele yestatı’une tavsıyaten (Sura üfürüldüğünde) onlar bir vasiyette bulunamayacaklar” ifadesi ile Cenab-ı Hak, “O zaman bunlar söz söylemeye muktedir olamazlar. Nerede kaldı ki vazifeleri yerine getirme ve haksız bir şekilde elde edilen şeyleri sahibine geri verme gibi uzun bir zamana ihtiyaç gösteren fiili yapabilsinler” buyurmaktadır.

Yasin suresi 53. ayet: “İn keenet ille sayhaten vahideten. Olup biten yalnızca bir ses!”

Her sene, GÜZ mevsiminde bir tatlı esinti (nefha) havada yayılması ile koca küreyi arz, üzerinde bulunan dört yüz bin çeşit hayvanat ve nebatat (bitki) türleriyle beraber vefat eder. Her BAHAR mevsiminde de bir ses, gök gürültüsü (sayha) havada yayılması ile bitki böcek tekrar hayat bulur. Her sene kıyamet ve mahşerde tekrar dirilişin (haşrin) bu kadar hadsiz numunelerini gören bir insan, kıyameti ve haşri akıldan uzak görmemelidir. Her şeye Kadir olan Allah şu kâinatı havanın iletkenliği ile yayılan bir tek sayha ile harab eder, bir tek sayha ile de abad eder.

Ses, koku ve sair şeyleri iletkenliği ile hava unsuruna, Cenab’ı Hak öyle bir tesir vermiş ki; AYNI HAVA izni ilahi ile GÜZ mevsiminde CAN alır, BAHAR mevsiminde CAN verir. Hava aynı havadır ancak gördüğü vazife (ilettiği şeylerin etkileri ile) ayrıdır. Bu işe akıl ermez.

30

Yasin suresi 59. Ayet: “ Vemteezül yevme eyyühel mücrimun.” “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!”

“Ey mücrimler! Bugün cehenneme yalnız başınıza girip orada yalnız kalacaksınız.”

Ehli cehennem cehennemde bir yalnızlık hapsinde (hapsi münferitte) dirler. Kimsenin kimse ile görüşme ve konuşma imkânı yoktur.

Ehli cehennemin Cenabı Hak’la ve bekçi (hazini) cehennem olan Malikle konuşmaları, ehli cehennemin kendi aralarındaki münakaşaları ve ehli cennet ile ehli cehennem arasında vaki olan görüşmeler (muhavereler) Kur’an’ın bazı ayetlerinde yer almaktadır. Bu, cehenneme ilk girdikleri zaman vuku bulur. Daha sonra intikam sahibi (Azizi Züntikam) olan Allah “Susun, konuşmayın” diye onlara hitab eder. Böylece bu konuşmalar ve münakaşalar kesilir. Kâfirler için cehennemdeki azab iki çeşittir. Biri: Azabı cismanidir ki azabı cehennemdir. İkincisi azabı ruhanidir ki yalnızlıktır (azabı firkattir).

Cehennem, ehli için dar bir mekan vaziyetini alır, ehli şirk ve küfür o dar yerde sıkıştırılmış olarak azabı ebedi ile cezalandırılır (tecziye edilir). (Furkan suresi ayet 13)

Ehli cehennemin hem yerleri dar hem de giydikleri elbiseleri dardır. Cehennem ehli, cehennemde hem zincirlerle bağlı hem de ateşten sütunlar içinde saklı bir vaziyette azab çekerler. (Hümeze suresi ayet:9)

İmtihan yurdu olan bu dünyanın açılmasına asıl sebep insanoğlu (nevi beşer) olduğu gibi darı ahiretin açılmasının asıl sebebi de nevi beşerdir. İnsaniyet nimetini vermek demek Allah’ın birliğinin delillerini (delaili tevhidi) tamamıyla anlayacak kabiliyeti ona vermek (ihsan etmek) demektir.

“Umduğunuz şeylerden ümidinizi kesin, dünyada yapmış olduğunuz hayır ve iyiliklerin sevabından mahrum kalın”. Yani ey cürüm sahipleri kendi hayır ve hasenatınızdan ayrılın, o hayırlarınız sizi cennete götüremez. Çünkü o hayrın kabulü için iman şarttır. Yaptığınız hayratın sevap ve neticesi cennete gider, ehli iman ondan istifade eder, size hiçbir faydası yoktur. Küfür, isyan ve şerlerinizle baş başa kalın. (Kehf suresi ayet 105, Furkan 25)

Hadisi şerifin ifadesiyle: “Dünya ahiretin tarlasıdır”. Burada hem insanın amelleri hem de bütün mevcudat ve amelleri ekilir mahşerde (haşirde) harman edilir gündüzler, baharlar, salih insanlar cennete, geceler, kışlar, facir insanlar cehenneme, güneşin ışığı cennete harareti cehenneme, güzel kokular cennete pis kokular cehenneme, güzel manzaralar cennete çirkin manzaralar cehenneme akıp gidiyor.

Bu âlemde hem dünyalık hem ahiretlik (hem teklifi hem tekvini) bir mücadele ve uğraşın (mücahedenin) vücudu hem naklen (ayetlerle) hem aklen sabit olduğu katidir. Dünyada Allah’ın hikmetinin (hikmeti ezeliyenin) tahakkuk etmesi için birbiriyle çarpışan zıtlar (ezdad) müsabaka ve mücahede bitince, ahiret âlemine izni ilahi ile sevkediliyor. Zira bu dünyada çarpışan zıtlar başka bir âlemden buraya akıp gelmiş; imtihan bitince (hitam bulunca) tekrar oraya akıp gidecek.

Ne zaman Allah (şu âlemin Mutasarrıfı Hâkim’i) kıyamet hengamında zıtların cevelangahı olan şu dünyayı (darı teklif ve imtihanı) kapamak irade ederse o zaman ölümsüzlük yurdu (darı beka) olan ahiret alemini kuracak; bütün zıtları mahşer denilen bir yerde toplayacak (cem’ edecek). Mahşer meydanında bütün mevcudatın muhakeme ve muhasebesi sona erdikten sonra bütün zıtlar (ezdad) “vamtezul yevme eyyuhel mücrimun” ayetindeki hitabı ilahiye mazhar olup birbirlerinden ayrılacak, bütün mevcudatı âlem hem dinen hem fiziken (hem teklifen hem de tekvinen) bir tasfiye ve temyize tabi tutulacak, her mevcut kendisine münasip olan mükafat ve cezasını (mücazatını) görecek; böylece Allah’ın hikmeti (hikmeti ezeliyei Rabbaniye) tahakkuk etmiş olacak. Kur’an lisanında o mükâfat mahalline “cennet” o ceza (mücazat) mahalline de “cehennem” denir.

Hem şu dünya cennet ve cehennemin bir numunesidir. Bütün mevcudat oradan gelmiş tekrar oraya akıp gitmektedir. Mesela bütün gündüzler, nurlar, baharlar, mutedil hava, gölgeler, güzel sesler, güzel kokular, münbit arazi cennetten gelmiş yine cennete gidiyor. Bütün geceler, zulmetler, kışlar, şiddetli soğuk ve sıcaklar, çirkin sesler, pis kokular, çorak arazi cehennemden gelmiş yine cehenneme gidiyor. Demek dünya ahiretin bir çiçekdanlığıdır. Orayı haber verip oraya mahsulat yetiştiriyor. Bu zıtlara göreceli gerçeklik (hakaiki nisbiye) denir. Yani gündüz geceye nisbetle gündüzdür. Hakiki gündüz değildir. Hakiki gündüz ve hakiki aydınlık cennettedir. Hakiki gece ve hakiki karanlık ise cehennemdedir.

‘Aziz’, her işinde galip olan ve düşmanlarını mağlup ve perişan eden demektir. Bu ise Allah’ın bir olduğu (tevhid) esasına delalet eder. O dehşetli günde bütün ehli küfür ve şirki rezil ve rüsvay ettikten sonra cehennemde hapsetmek elbette Aziz bir zatın harika işleri olabilir.

Bir insan ancak bu dünya imtihanında iman, adalet ve ibadet sayesinde hakiki tevhid dairesine girmekle darı ahirette kurtulur. Bu da adalet ve ibadet hakikatini ifade eder.

Mümin kemal yaşı olan kırk yaşına kadar, devamlı korku (havf) tarafına ağırlık verecek; ta ki günahlardan kendisini muhafaza etsin. Kırk yaşından sonra ise, ümit (reca) tarafına ağırlık verecek; ta ki ameli salih işlemeye muvaffak olsun, umudu kırılmasın.

O gün iyi olanlar da pişmanlık ve hasret duyacak “Niye biraz daha amel etmedim?” diyecek. Kötü olanlar zaten pişmanlık içinde pişmanlık duyacak, hasret içinde hasrette kalacaklar. (Bakara suresi 167) İşte bundan dolayı kıyamet günü, Kur’an’ı Kerim’de “hasret günü” diye adlandırılır (tesmiye edilir). (Meryem 39)

29

Yasin suresi 56. ayet: ‘Hüm ve ezvacühüm fi zıleelin alel eraiki müttekiün’. Kendileri ve eşleri gölgelik yerlerde, tahtlarına kurulacaklar.

‘Zılelin’ gölge demektir. Ancak cennette güneş olmadığından dünyadaki gibi bir gölgeye ihtiyaç yoktur. ‘Misafir ağırlama mekânları ve aile mekânları’ demektir.

Cennet pür nur olduğundan orada ne güneşe ne de aya ihtiyaç vardır. (İnsan suresi ayet 13). Cennette yorgunluk ve bitkin düşme yoktur.(Hicr suresi 48). Orada tama’, hırs, hased ve ihtiras gibi kötü ahlak söz konusu değildir. (A’raf suresi 43, Hicr suresi 47). Resulullah şöyle buyurdu: Cennetlikler cennette yiyip içerler ama büyük ve küçük abdest bozmazlar ve sümkürmezler.

(Yasin suresi 58﴿ “Selemun kavlen min rabbirrahim.” Engin merhamet sahibi Rab’den gelen söz şu olacak: "Selâm size!" Rab: ‘her şeyi terbiye edip kemale erdiren’ demektir. Nimetleriyle terbiye eder. Rab ismi cennette daimi tecellidedir. Hazreti Cabir (ra)’dan birçok zatın rivayet ettikleri bir Hadisi nebevide buyrulduğu üzere: Cennet ehli nimetler içinde bulunurken kendilerine karşı bir nur parlamaya başlayacak; başlarını yukarıya kaldırınca Allah’ın cemalini görmeye muvaffak olacaklar; yüce Allah onlara ‘esselemu aleyküm ya ehlel cenneti’ ‘selam üzerinize olsun ey cennet ehli’ diye hitab buyuracak ve onlara lütfuyla bakacak; onlar da Halık Teâla’ya bakıp durdukça başka hiçbir nimete iltifat etmeyecekler; sonra o tecelli onlardan ayrılınca onun nuru ve bereketi, onların ikametgahlarında baki kalacak. ( İbni mace 1. 65 Eddeylemi elfirdevs ll, 14)

Hem kâfirlerin mesleklerine sinsice revaç veren; hem de salih görünen taifeler var. Bu taifeler cismani dirilişi inkar ederek Kuranın tehditlerini abes sayıyorlar (addediyorlar). Bununla Müslümanları istikametten uzaklaştırıyorlar.

Şu kainatın Sahibi olan Allah şu kainatla bütün rahmet hazinelerini tanıttırmak ve bütün isimlerinin yansımalarını (tecellilerini) bildirmek ve bütün envaı ihsanlarını tattırmak ister.

Cehennem, insanlar için bir buhar kazanı olup, Güneş ve kürei arzın merkezinde bulunan ateş, hararetini cehennemden alıyor. Kâfir kendisine hizmet için yaratılan o cehennemi kendi hakkında ceza mahalline çeviriyor.

28

Yasin sıresi 55. ayet: “İnne ashabel cennetil yevme fi şuğulin feekihün.” O gün cennetlikler safa sürmekle meşguldürler.

‘Ashabel cenneti’ cennetin sahipleri demektir. Rabbi Rahim cenneti onlara (cennetliklere) mülk suretinde ikram etmiştir.

‘Elyevme’ elli bin seneden ibaret olan mahşer meydanındaki bir günü ifade eder.

Hadisi şerifte geçen ‘eddünye seb’atu eyyeemin’ ‘dünya yedi gündür’ ifadesi hem dünya gününü hem ahiret gününü ihtiva eder.

‘Halakas semeveti vel’arda fi sitteti eyyemin’ (Gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur) Furkan suresi 59. ayeti kerimesi de bu yedi günün altısının dünyada geçtiğine geride kalan bir günün de ahirette, mahşer meydanında geçeceğine işaret eder. Demek gün mefhumu mahşer meydanındaki mahlûkatın hesap ve kitaplarının bittiği son ana kadar devam eder. Tüm varlıklar hesaba çekildikten sonra ‘zaman’ mefhumu ortadan izni ilahi ile kaldırılır.

Ayeti kerimede geçen ‘şuğulin’ kelimesi: ehli cennet, cennette o kadar nimet, sevinç, lezzet, saadet, zevk ve sefa ile meşguldürler ki; onların bu halleri cehennemlikleri düşünmeye, bahusus cehennemde azab çeken yakınlarını hatırlamaya manidir.

‘Feekihün’ kelimesi: Varlık ve bolluk içinde olan, zevkü sefa duyan, nimetlerden lezzet alan kimseler demektir.

1

Yasin suresi 54. ayetinde geçen: “Velee tüczevne ille me küntüm ta’malun.” Size ancak işlemekte olduğunuz şeylerin karşılığı verilir. ﴾54﴿

Cümlesi şirk ve küfür ehline hitab edip der ki: “Ey ehli şirk ve küfür! Siz dünyada iken işlemiş olduğunuz amellerin cezasından başka bir ceza ile cezalandırılmazsınız. Bu ameliniz de, küfür ve isyanda ısrarınızdır. Bu ceza, o amelinizin cezasıdır, başka bir şeyin cezası değildir.”

Her insan hangi inanç ve amel üzere hayatını sona erdirmişse aynen o inanç ve amel ile huzura gelip ona göre hesabını verecek.

Müslümanın mükâfatlandırılması ilahi bir lütuftur. Zira onun iman ve salih ameli sadece şarttır. Cennet gibi bir mükafatın karşılığı değildir, bu şartı yerine getirdiği için İlahi lütuf olarak Cennet ve Allah’ın güzelliğini görme (cemalullah) nimetiyle mükafatlandırılır.

Her doğan insan, ömrünü bitirince ecel ona kavuşur, izni ilahi ile onu ölüm kanununa dahil eder. Uyku ile ölümü birleştiren nokta, her ikisinde de fiil ve idrakin olmamasıdır. Hem uyuyan hem de ölen kişide kasıtlı bir fiil ve idrak yoktur.

Birinci sura üflenince Allah Aziz ismiyle tecelli eder, şu koca âlemi harap eder. O tahribat içinde Rahim isminin tecellisi de görünür. Zira âlem tahrip olmadan ebedi bir surette daha güzel ve mükemmel bir vaziyette bina edilemez.

Ehli küfre de izzetiyle muamele eder. Ancak o izzet içinde bir rahmetin eseri görünür. Zira onları yok olmaktan kurtarıp Cehennem gibi bir hapse atar ve orada onlara izzetine göre değil, rahmetine göre ceza verir. İzzetine göre ceza verseydi, hepsi yok olup giderdi.

Kıyametten sonra mahşere kadar süren berzah döneminde ruhun kılıfı ölür, Kılıfsız ruh, basit ve kanun olduğundan, onun hakkında ölüm ve tahrip düşünülemez. Tahrip cisme baktığı için tamiri de cisme bakıyor.

İnsan ölünce cesedi çürür, ancak ruhu baki kalır. Kabirdeki hayatında rüya misali cennette lezzet alır veya cehennemde azab ve elem çeker. Bu hal kıyamet kopuncaya kadar devam eder. Kıyamet hengâmında kılıflı ruh dağılır. Kılıfsız ruh baki kalır, ilahi ilim dairesine geçer. Mahşer sabahında, İsrafil (as)’ın sura ikinci defa üfürmesiyle evvela dağılan zerreleri toplanır veya fenaya giden zerreleri yeniden yaratılır. Böylece cismani tekrar diriliş tahakkuk eder. Yani ruh ile cesed beraber diriltilir.

Her insan vücudu, bir ordugah gibi ve vücuda giren zerreler de birer asker gibidir. Rabbani kader denen tabiat kanunları sevkiyle ilahi “ol” emri ile o zerreler ordusu, askerler gibi o vücutta toplanırlar. Sonra ölüm zamanında Azrail (as)’ın “İstirahat edin” emriyle kabirde istirahate çekilirler. Kıyamet hengamında ise İsrafil (as)’ın suruyla dağılıp Allah’ın kudretinden İlmine geçerler. Daha sonra her biri asker gibi vazifesini ve ordudaki yerini bilen o zerreler, “Toplan” ilahi emriyle ve İsrafil (as)’ın ikinci defa sura üfürmesiyle ilim dairesinden tekrar kudret dairesine çıkarlar. Böylece, insan vücudu yeniden teşekkül eder.

Hülasa: Mahşerdeki diriliş sadece ruhen değil ruh ile ceset beraberdir. Vefat eden her bir insan mahşer sabahında ruh ve cesedi ile beraber ilahi huzura gelir ve hesaba çekilir. Cennet ve cehennemle alakalı Kur’an ayetleri ve hadisi şerifler bunu isbat ediyor. Bu sebeple, mahşerdeki cismani dirilişi inkâr etmek küfürdür.

Başta ehli iman ve ehli küfür denen insan oğlunun bu iki sınıfı olmak üzere, alemdeki bütün varlıklar o günde tasfiyeye tabi tutulacak böylece “ayırt etme günü” (yevmi fasl) ortaya çıkacak; her şeyin iyisi cennete, her şeyin kötüsü Cehennem’e gitmek suretiyle sabit ve ölümsüz alem ortaya çıkacak, dünya öldükten sonra ahiret olarak diriltilecek.

2

Yasin süresi 53. Ayet: “İn keenet ille sayhatan vaahıdaten feizehüm cemiün ledeynee muhdarun.” Sadece korkunç bir ses olur. Bir de bakarsın hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır. ﴾53﴿

“O beyan olunan ikinci defa sura üfleyiş müthiş bir sesten ibarettir. (Nasıl ki ilk üflemede korkunç bir ses ile hepsi birden ölecekler. İkinci üflemede de bir ses ile hepsi birden hayata mazhar olacaklar.) Onlar o anda (öyle yeniden hayata mazhar olunca) hemen huzurumuzda hazır bulunacaklar.”

Haşir sabahında yer, gök, güneş, ay, yıldızlar hulasa başta insan bütün mevcudat öldükten sonra bir daha izni ilahi ile diriltilecek. Harab olduktan sonra bir daha ahiret aleminde, cennet ve cehennem suretinde tamir edilecekler. Şu kainatın bazı maddeleri cennete, bazı maddeleri cehenneme gidecek.

Kur’an, “in keenet ille sayhatan vaahıdaten” ifadesiyle kudreti İlahiyenin kemalini nazara verir ve der ki: “Alemin tahribi ve tamiri için bir tek sayha kafidir. Sebeplere ihtiyaç yoktur.” Asıl olan o sayha sadece sesten ibarettir, söz ifade etme yoktur.

Bu ayet “sayhatan vaahıdaten - bir tek sayha” tabiri ile tekrar dirilişi (haşri) getirecek zatın muktedir olduğunu isbat etmektedir.

Kudreti ilahiye zatidir. Başkası tarafından verilmediği için acizlik içine giremez. Bu sebeple kudreti İlahiyede dereceler ve mertebeler yoktur. Dereceler ve mertebeler olmadığı için O’nun kudretine nisbeten bir baharı yaratmak bir çiçek kadar; koca cenneti yaratmak bir bahar kadar kolaydır. Bunların hepsi Allah’ın kudretine nisbeten birdir.

Ayrıca, Kudreti İlahiye ile eşyanın tabiatı arasında bir perde yoktur. Kudreti ilahiye, eşyanın tabiatıyla alakadar olduğu ve orada sebeplerin tesiri olmadığı için her şeyi gayet kolaylıkla yaratır.

Kudreti ilahiyenin mevcudatla olan münasebeti (nisbeti) kanun şeklindedir, bir emir iledir. Bu ise kolaylığa sebebdir. Bundan dolayı O’nun kudretine nisbeten az-çok, büyük-küçük denktir.

Her ne kadar mevcudat Cenab’ı Hakdan uzak görünüyorsa da O, isimleri ve sıfatlarıyla her şeye her şeyden daha yakındır. Mevcudatın ondan uzak olması, O’nun kudretinin tasarrufuna mani değildir. Zira eşyanın tabiatı şeffaftır. Yani mevcudat ilahi isimlere ayinedir. O şeffaf olan ayinelerde nurani olan o ilahi isimlerin ve sıfatların tecellilerine engel yoktur, eksiksiz noksansız görünür, hükmeder. O kudrete nisbeten bir ile bin birdir.

3

Yasin suresi 52. ayet: “Kalu ya vaylene men beasene min markadıne heze me vaadarrahmanu vasadakal mürselüne.”

Şöyle derler: "Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı? Bu, Rahman'ın vaad ettiği şeydir. Peygamberler doğru söylemişler." ﴾52﴿

“(Kabirlerinden kalkınca ehli şirk ve isyan) dediler ki; Eyvah! ( Bizi uyuduğumuz yerden) kabrimizden (ceset ve ruh olarak) kim kaldırdı? İşte bu Rahmanın vaad buyurduğudur ve gönderilmiş olanlar (Allah’ın peygamberleri) doğru söylemişler. (Kâfirler böyle demekle pişmanlıklarını gösterdiler. Fakat o günde pişmanlık fayda vermez. Zira her şey zamanında gerekir.)”

Kıyamet koptuktan sonra hiçbir mevcut dünyada kalmaz her şey Allah’ın kudretinden ilmine geçer. Kıyamet ile mahşer (haşir) arasındaki bu devreye “berzah âlemi” denir. Kıyametin kopmasıyla kabir âlemi sona erer. Kabirdeki saadet ve azab da son bulur. Zira, berzah âleminde harici vücut olmadığından insana saadet ve azab da olmaz çünkü berzah âleminde sadece kanun hükmünde olan kılıfsız ruh kalır. Onun için kâfirler haşir sabahında kabirlerinden kalktıkları zaman “Kim bizi bu uykudan uyandırdı” derler. Zira kıyamet ile haşir arası kırk yıl müddetince kâfirler ceza görmedikleri için, kabirlerinden sanki uykudan uyanmış gibi kalkarlar. Cehennem azabına maruz kalacaklarını anlayınca, feryad ve figan ederler.

İsrafil (as)’ın birinci defa sura üfürmesiyle kıyamet kopar. Bu sistem bozulur, âlem harab olur. Kabirler parçalanıp içindekiler dışarıya atılır. Ruhun üzerindeki kılıf da vefat edip dağılır. Ruhun kılıfı gidince; kanun hükmünde olan mücerret ruh da ilmi ilahiye geçer, alem kırk sene dairei ilimde kalır. Bu süre içinde insanlar hakkında saadet veya azab düşünülemez. Zira mükafat veya ceza ancak kılıflı ruh üzerine verilir. Kanunun (kılıfsız ruhun) harici bir vücudu yok ki; ona mükafat veya ceza verilsin.

İsrafil (as)’ın ikinci defa sura üfürmesiyle Haşir sabahında Cenab’ı Hak yeri, göğü, güneşi, ayı, yıldızları kısaca görünen bu sistemi yeniden bina eder. Her insanın âlemde dağılan zerrelerini toplamak veya yok olan zerrelerini yeniden yaratmak suretiyle kabirde bir araya getirir. Beden zerreleri adeta dağılan bir ordunun askerleri gibi izni ilahi ile kabirde toplanıp bir araya gelir. Buna “Cesetlerin inşası” denilir.

Cenab’ı Hak daha sonra, eseri rahmet olarak gökten bir su indirir her insan kabrinde adeta bir ot gibi büyüyüp gelişir. Bir çekirdekten koca bir ağacın neşvü nema bulması gibi acbüz zeneb denilen ve insanın çekirdeği hükmünde olan bir madde üzerinde bedeni insan neşvü nema bulur. Böylece cesed teşekkül eder. Buna “cesetlere hayat verilmesi” denir.

Daha sonra kılıflı ruh gelip cesedin içine girer. Buna da “ruhların cesetlere gelmesi” denir.

Kabirdeki sual, azab veya nimet hem ruh hem de bedenedir. Vefat eden kimsenin vücudu param parça olsa veya yırtıcı hayvanlar onu yese veya denizde boğulup kalsa veya yakılıp külü havaya savrulsa bile yine kabir hayatını yaşar, sorguya tabi tutulur. Toprağa defn edilmesi lazım değildir. Zira, vefat eden kimsenin her ne kadar cesedinin zerreleri dağılsa bile ruhunun, bütün zerreleriyle, özellikle zerratı esasiyesini ihtiva eden ve hadiste acbuz zeneb tabir edilen kemik parçacığı ile alakası vardır. İnsanın mahiyetini taşıyan o acbuz zeneb denilen parçacık yanmaz, çürümez, dağılmaz, yok olmaz.

Kabir hayatında saadet ve ceza (şekavet) hususunda ruh asıldır cesed ikinci plandadır. Kabirdeki asıl hayat ruhanidir. Bununla beraber, cesedin de kabirdeki lezzet veya elemden dolaylı olarak hissesi vardır. Zira insan öldüğünde her ne kadar cesedi çürüyüp dağılır. Fakat acbüz zeneb denilen bir cüz’ü, bir maddei esasiyesi baki kalır. O madde o insanın mahiyetini taşımaktadır ve o insanın çekirdeği hükmündedir. Ruhun, kabirde o madde ile bir münasebeti vardır. Ancak bu münasebetin mahiyeti bizce meçhuldür. Ruh elem çektiğinde, münasebettar olduğu o acbüz zeneb de elem çeker. Acbüz zeneb bir fihriste olması hasebiyle, sanki bütün cesed bir nevi elem çekmiş gibi olur. Ruh lezzet aldığında sanki bütün cesed bir nevi lezzet alır.

Kabir aleminin küçük bir nümûnesi rüya alemidir. Yanında uyanık olanlar uykudakinin çektiği elemin veya onun saadetinin farkına varamazlar.

4

Yasin suresi 51. ayet: “Vanufıha fissuuri feizeehüm minel ecdeesi ile rabbihim yensilun.” Sûra üfürülür. Bir de bakarsın kabirlerden çıkmış Rablerine doğru akın akın gitmektedirler ﴾51﴿

(Birinci surdan sonra ikinci defa) “sura üfürülmüş olacaktır. Artık onlar, o zaman kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşarak giderler.”

İsrafil (as) ikinci defa sura üfürür. Gökyüzünden gelen bir yağmur vasıtasıyla insanlar çekirdekleri hükmünde olan acbuzzeneb üzerinde neşvu nema bulup kabirlerinden çıkarlar. Herkes, mahşer meydanına süratle koşar.

Kuyruk sokumu kemiği (Acbuzzeneb) dışında insanın bütün bedeni çürüyüp yok olur. Tekrar yaratılış bu kemikten meydana gelir.

“Allah gökyüzünden bir yağmuru indirir de bütün insanlar -tohumların patlayıp topraktan çıktıkları gibi- toprak üzerine çıkıverirler” (Buhari, müslim)

Birinci surda kabirler dağılır. İkinci surda ise her kabrin toprağı kendi yerine gelmek suretiyle o kabirler yeniden bina edilir. Her kabir sahibi de kendi kabrinin bulunduğu yerden inşa ve ihya edilir. Daha sonra ruh, cesede gelip yerleşir. Cesed, kefene bürünür. Böylece her insan kendi kabrinden çıkıp hayr ve şer amellerini ve bunların karşılığını görmek için vaat edilen mevkiye, haşir meydanına, huzuru ilahiye doğru süratle giderler. (Zilzal: 6-8)

İnsanlar, elli bin seneden ibaret olan haşir meydanını amellerine göre farklı imkânlarda kat ederler.

“Ehli imanın salih amelleri o günde izni ilahi ile bir binek vaziyetini alır. Onlar bu bineklere binerek haşir meydanına gelirler.” (Meryem, 85)

“Kötü amelleri ise, ehli şirk ve küfre yük olur, elli bin senelik o uzun mesafede o ağır yükü devamlı bir surette sırtlarında taşıyacaklar”. (Enam 31 Nahl 25, Taha 100-101)

Amel birisi için binek olur; sahibi ona biner, haşir meydanında gezer. Birisi için de amel ona biner, sahibi ona binek olur; ebediyen o yük altında ezilir, elem çeker.

5

Yasin suresi 48 ve 49. ayetler: “Vayakulune mete hezel va’du in küntüm saadıkın. Me yenzuruune ille sayhatan vaahideten ta’huzuhüm vehüm yahıssımun.” Onlar ancak, çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak korkunç bir ses bekliyorlar. ﴾49﴿ Artık ne birbirlerine tavsiyede bulunabilirler ne de ailelerine dönebilirler. ﴾50﴿

Ehli küfür ve şirkin ehli imana hitaben “Eğer davanızda sadık iseniz bu tehdid ne zaman gerçekleşecektir?” diye sual etmelerine cevap olarak Kur’an der ki: “Kıyamet kopacak. Bu âlem bir sayha ile harab olacak ve bir sayha ile tekrar tamir edilecektir.”

Tahrip tamir içindir. Tekrar yaratılışta insanlar Âdem babaları ve Havva annelerinin şeytana kanmadan önceki ilk masumiyetleri ile yaratılacaklar ve harama meyletme hislerinden arındırılmış olacaklar.

Tahribde ‘Aziz” isminin tecellisi, tamirde “Rahim” isminin tecellisi görünür. Alemi izzetiyle harab eder, rahmetiyle tamir eder. Bütün mevcudatı ebede namzed eder.

Alem artık ihtiyar olmuş, ayakta kalmaya dayanamıyor. Aziz ismiyle onu tahrip eder, Rahim ismiyle yeniden daha güzel bir şekilde tamir eder.

6

Yasin süresi 47. ayette geçen: "Va ize kıyle lehum enfiku mimmee razakakümullah." Onlara, "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden Allah yolunda harcayın" denildiği zaman, (47)

"Allah'ın size rızık olarak verdiği nimetlerden O'nun namına fakir ve miskinlere infak edin."

Cümlesinde geçen infak "fakire (zekat, sadaka ve teberruat yani yardım, bağış) verin" kelimesi "mesken, ev, yiyecek, içecek, giysi"yi beraber ifade eder. Bu ayeti kerime zekat, sadaka ve teberruat ibadetini emr ediyor.

Hud suresi 117. ayet: Vame keene Rabbuke liyuhlikel kura bizulmin vaehluhe muslihun.

"Senin Rabbin ahalisi ıslah edici oldukları halde (yani birbirlerine bağış ve yardımla muamele ettikleri takdirde) sadece şirk ve inkârları sebebiyle onların memleketlerini helak ediyor olmadı."

Eski çağlarda yaşayan ehli şirk ve küfür, sadece şirk ve küfürde ısrar ve inad etmekle kalmamış, zaiflere eza ve cefada bulunmuş, ihtiyaç sahiplerine yardım etmemiş oldukları için yok edici bir azap (azabı istisal) ile mahv ve helak olmuşlardır. Artık gayrımüslimler (ümmeti davet) de eski kavimlerin bu ibretli hallerinden ders alsınlar.

Nevi beşer bu dünyada Kuran'ın "zekat verin ve faiz tefeciliğinden vaz geçin" hükümlerinden uzaklaşmakla alemin harabiyetine sebeb olacak bir zulüm ve cinayet işlemekteler.

Bu iki hükmün yerine getirilmemesi nevi beşerin saadet ve sükununu yok eder; nizamı alemin harabiyetine ve kıyametin kopmasına vesile olur.

7

Her gezegenin kendi yörüngesinde yüzmesiyle, cirminde tahribat meydana geldiği gibi; başta güneş ve ay olmak üzere gezegenlerin cereyanından hasıl olan zamanın hükmü altına giren insanın vücudunda da tahribat meydana gelir, ona ihtiyarlık arız olur ve onu tükenme ve ayrılığa mahkum eder.

8

Yasin suresi 44. ayeti: “İlle rahmeten minne vemetean ile hıynin.” Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar. ﴾44﴿

"Ancak dilersek bizden bir rahmet olarak onları o felaketten muhafaza ederiz ve bir zamana kadar (ecelleri nihayet buluncaya kadar) onları yaşatıp dünya nimetlerinden faydalandırmak için o felaketten kurtarırız."

Bu ayeti kerimede beladan kurtulmakta hem bir rahmet hem de bir ticaret (meta') olduğu ifade ediliyor.

Allah (cc) peygamberlerini inkâr eden geçmiş ümmetlerin azabını acilen dünyada verdiği, onları kökünden koparıcı bir azap (azabı istisal) ile helak ettiği halde; Hazreti Muhammed (sav)'in peygamberliğini tasdik etmeyen kâfirlerin (davet ümmetinin) azabını kıyamete kadar tehir etmiştir. Bu da, âlemlere rahmet olan Hazreti Muhammed (asm) hürmetine, Allah'ın ümmeti Muhammed (asm)'a bir rahmetidir. Zira tüm insanlar Muhammet ümmeti olup müslüman olmayanlarına 'davet ümmeti' müslüman olanlarına 'icabet ümmet' denir.

Allah geçmiş azgın (taği) ve zalim (baği) kavimleri helak etmek murad ettiğinde, o zamanda vazifeli olan peygambere, kendisine iman edip tabi olanları alarak bulundukları beldeyi terk etmelerini emr eder. Onlar o beldeden çıktıktan sonra o taği ve baği kavmi azab ile yakalardı. Resuli Ekrem (asm) ise umum nevi beşere peygamber olarak gönderilmiş (meb'us) olduğundan, iman edenlerle etmeyenler bir arada bulunduklarından ve bunların ayrımı da mümkün olmadığından, davet ümmetini istisal azabı ile helak etmiyor. Bir kısmını cihad vasıtasıyla cezalandırıyor. Bir kısmını da deprem, sel, kasırga, yangın gibi felaketlerle cezalandırıyor. Ancak bu nevi bela ve musibetlere müslümanlar ile ehli küfür beraber maruz kalır. Ehli iman için bu bela rahmettir. Zira günahlarına kefarettir, şehadet mertebesine nail olmaktır. Cennette yüce derecelere mazhariyettir, zayi olan mal ve serveti ise sadakadır. Ehli küfür ve isyan için ise bu bela azab içinde azabdır.

Mekke ve civarındaki putperest müşrikler de Nuh kavmi gibi şirk ve isyanda, küfür ve zulümde, müslümanlara eza ve cefa vermek hususunda çok ileri gittiler. Cenab-ı Hak dileseydi onları da Nuh (as)'ın kavmi gibi tufan gibi bir felaketle helak edebilirdi. Böylece yeryüzünde izleri ve namları kalmazdı. Ancak böyle irade etmedi. Onlara bir süreye kadar mühlet verdi. Çünkü ezeli ilmiyle onların ekserisinin ileride iman ederek islama hizmet edeceklerini takdir buyurmuştu. Nitekim Mekke'nin fethiyle bu ayetin sırrı tecelli etti ve ilahi istek böylece tahakkuk etti. O zamana kadar Hazreti Muhammet (asm)'a ve islama amansız düşman olanlar baş eğip teslimiyet gösterdiler ve Kelime-i şehadeti getirmek suretiyle Müslümanlar kafilesine katıldılar. İman etmeyenler ise Bedir, Uhud ve diğer savaşlarda müslümanların elleriyle cezalandırıldılar.

Bu asırda da şirk ve küfür ehli hadlerini aştıkları, Kuran'ın nurunu söndürmek maksadıyla her türlü tuzak ve entrikaya başvurdukları, müslümanlara her türlü eza ve cefada bulundukları halde hemen cezalandırılmamalarının bir hikmeti şudur ki;

İnşallah ileride onlardan bir kısmı iman ve islam nuruyla müşerref olacak, müslümanların safına iltihak edecek ve islama yardım edecek. Veya Allah (cc) onların neslinden iman edecek bir nesil vücuda getirecek. İşte kâfirlere verilen mühlet içinde tecelli eden bir ilahi rahmet. Geçmiş asırlarda tahakkuk eden İlahi rahmetin bu asır insanları hakkında da tahakkuk etmesini yine O'nun sonsuz rahmetinden ümid ederiz.

9

Yasin suresi 39. Ayette geçen: ".....hatta aadekel urcuunil kadim." Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur. ﴾39﴿

"Ay, o ağacın eskimiş ve aşağıya doğru bükülmüş bir dalı hükmündedir" cümlesinin işaretiyle kainat yaratılış bakımından bir ağaçtır. "Ay, o ağacın eskimiş ve aşağıya doğru bükülmüş bir dalı hükmündedir" benzetmesiyle, kainat ağacı dünyadaki ağaçlar cinsinden değildir dünyadaki ağaçların kökleri yerde, dalları havadadır, kainat ağacı ise cennetteki tuba ağacı gibi kökleri yukarıda (semada) dır dalları ve meyveleri aşağı doğru sarkmıştır; bu Allah'ın kudretinin bir mucizesidir. Böyle bir kudret sahibine mahşer meydanında insanların tekrar bedenen ve ruhen dirilişini gerçekleştirmek ağır gelmez.

10

Yasin suresi 37 - 40. ayetler: “Va eeyetun lehumul’leyl. Neslahu minhün’nehera feize hüm muzlimun (37) Vaş’şemsu tecri limustekarrin lehe. Zelike takdirul azizil‘alim (38) valkamara kaddarnahü menezile hatta aadekel urcunil kadim (39) Leşşemsu yenbeği lehe en tüdrikel’kamara valel’leylu sebikun’neher. Vaküllün fi felekin yesbehun.” (40)

37 - Gecenin karanlığı tevhid ve haşrin bir delildir. Biz gecenin mekânından gündüzün ışığını soyup alırız, bunun ardından insanlar hemen karanlıkta kalırlar. 38 - Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. 39 - Ay'a gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür. 40 - Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.

Mahşerde cismani diriliş Allah'ın Celil ve Baki isimlerine dayandığı bu ayeti kerimelerde görünür. Bu alemde görünen " görkem (haşmet) ve saltanat" fiilleri Allah'ın "Celil ve Baki" isimlerini gösterir. Ulu (Celil) ve sonsuz (Baki) isimleri ise mahşerde cismani dirilişi gerekli kılar.

Allah, Şu kainattaki tüm varlıkları tabiat kanunlarına itaat ettirmekle saltanatının haşmetini göstermekte, mevcudatın ölümlü olmasıyla kendi zatının ölümsüzlüğünü bildirmekte ve peygamberlerini göndererek de saltanatının haşmetini ve kendi zatının ölümsüzlüğünü ders vermektedir.

11

Yasin suresi 36. ayette geçen: “Subhanellezi halakal ezvace küllehe" O Zatı Akdes bütün ezvacı yarattı"

Cümlesinde geçen "Ezvac" kelimesi "zevc" kelimesinin çoğuludur.

Zevc (Çift) kelimesinin manası geniştir. Biribirine yakın, biribirine benzer, biribirine zıt ve biribiriyle alakalı bulunan her iki şey hakkında kullanılır:

Zıddiyet itibariyle: Aydınlık ile karanlık, sıcak ile soğuk gibi.

Benzerlik itibariyle: Kadın ile erkek gibi. Her cinsin, her nev'in ve her türün de dişisi ile erkeği birbirine benzemesi gibi.

Aralarında şiddetli bir münasebet ve alaka bulunduğu itibariyle: Ruh ile ceset, yer ile gök, dünya ile ahiret gibi.

Bu ayette geçen "hepsini" (küllehe) kelimesi her şeyin çift yaratıldığını ifade ederek, iman-küfür, sevap-günah, iyilik-kötülük, hayır-şer gibi insanın kendi iradesini kullandıktan sonra vücuda gelen fiillerin de çift yaratıldığını bildirir.

"Subhanellezi" ifadesi ile Cenab-ı Hak, kendisini kutsar ve yaratılmışların cinsinden olmadığını açıkça ifade eder. Allah'ın eşi, misli, zıddı olamayacağını anlatarak bütün eksiklikler ve kusurlardan uzak olduğunu ve bir olduğunu isbat eder.

12

Yasin suresi 23. ayette geçen: “In yuridnir’Rahmani bidurrin” )Eğer Rahman bir zarar irade buyursa)

Cümlesinde geçen "Rahman" isminin (fayda veren) manası ile Rahman'ın zarar irade etmesi nasıl uygun düşüyor?

Rahman ismi ilahi şefkat ve rahmeti ifade eder. Şayet böyle bir zattan bana bir zarar gelse yine O rahmet eder. Zararı veren de O'dur, zararı def eden de O'dur. Allah'ın verdiği zararda da bir rahmet ciheti vardır. Zarar ve menfaate gücü olmayan ilah olamaz. İlahlığın gereği, zarar ve menfaati elinde tutmaktır. Zarar ve menfaatin tek kaynağı Rahman ismidir.

13

"İman" lügatta "Bir kimseyi veya bir haberi tasdik etmek" demektir. Bilimsel anlamı: İman, Hazreti Muhammed (asm)'ı, Allah katından getirdiği tüm ilahi hükümler hususunda, tasdik etmektir. Küfür, lügatta "örtmek" manasına gelir. Bilimsel anlamı "Hazret-i Muhammed (asm)'i, taraf-ı İlahiden getirdiği dini hükümlerden herhangi birini, bir hükmünü inkâr etmekten hâsıl olan bir karanlıktır. Küfür, Hazret-i Peygamber (asm)'ın Cenab-ı Hak'tan getirdiği hükümlerin tümünü veya bir parçasını inkâr etmekle hâsıl olur.

14

Cenab-ı Hak, önce Muhammed (asm)'ın Nurunu yarattı, ondan kalemi yarattı ve "Bütün kaderleri yaz" diye emir buyurdu. O kalemin yazdığı kader defterindeki yazıya göre bu alemdeki varlıkları yaratmakta.

Allah, kader defterinde hazırladığı ilmi program ve projeye göre şu kâinat sarayını bina etmiştir.

Kainattaki mevcudatta görünen ve Allah'ın iradesinden gelen tabiat kanunları ve insanın kendi isteğiyle işlemiş olduğu fiilleri kader defterinde yazılıdır.

Kader defteri zerrelerden (atomlardan) yaratılmış olup mahşer sabahı hesaba çekildikten sonra tahrip edilerek cennetin binasında kullanılacaktır.

Her şeyi hareket ettiren, o şeyi oluşturan zerrelerin hareket halinde olmasıdır. Her şeyin hududunda daima harekette bulunan zerreleri durdurup geri çeviren o zerreleri taşmaktan men eden Allah'ın sonsuz ilminin tecellisidir. Bu tecelli kadere, kader miktara, miktar da kalıba dönüşür. Her şey içerisindeki zerrelere bir kalıptır.

Mesela bir incir ağacının çekirdeğinde çalışan bir zerre, hareket ederek gövdeye, gövdeden yaprağa, yapraktan çiçeğe, çiçekten meyveye gelir durur. İşi bitince oradan çıkıp başka bir mevcuda girer.

15

Mesuliyeti olan emanet i kübra yani İlahi emirler ve yasaklar gibi büyük bir vazifesi olan insan

Hakkı dinleyip kabul etmek isteyen biri ise gece ve gündüz vakitlerinde istirahat için uyumasında ve her iki zamanda geçimini temin etmesinde Allah'ın yardım ve ikramını görür. Zira menfaatli ve faydalı olan her şey, Allah'ın yardımının delilidir.

16

Bir devletin kuruluş gayesi, halkını mesud etmektir. Bununla beraber, o devleti tanımayan, ona karşı başkaldırıp isyan edenleri cezalandırmak da o devletin vazifesidir. Fakat asıl gayesi halkını cezalandırmak değil, onların saadetlerini temin etmektir. Şu kainat da büyük bir devlettir. Bu kainat devleti hükümdarı olan Allah'ın, bu devleti kurmaktan asıl gaye ve maksadı, halkın dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. Bununla beraber, bu kainatın Hükümdarı olan Allah'ı, iman ile tanımayanları, ibadetle sevmeyenleri, Allah hakkı ve kul hakkına riayet etmeyenleri, diğer varlıkların haklarını çiğneyenleri cezalandırmak da hükümdarlığının gereğidir. Elbette onları cezalandırmadan evvel, elçileri vasıtasıyla ikaz edecek, ikazdan fayda görenleri afv edecek, dünya ve ahirette mükâfatlandıracak; ikazdan fayda görmeyenleri ise dünya ve ahirette cezalandıracaktır. (El Melik: Mülk ve saltanatı devamlı olan Allah)

17

Geleceğimizle, Allah’ın ilmi alakadardır, ama kudreti alakadar değil. Allah, kudretiyle bize gelecekte yapacağımızı mecburen yaptırmıyor biz yapmayı istiyoruz. Allah geleceğimizin nasıl olacağını bilir, ama biz ne olacağımızı bilemeyiz.

Nasıl olsa geleceğimin ne olacağı belli öyle ise dua etmemin bir anlamı yok demek kendini Allah yerine koymaktır. Geleceğimizi bilemeyiz o yüzden dua ederiz.

Hem duanın kabulü yanında bir faydası da Allah'ın, varlığıyla kalbe verdiği mutluluğu hissettirmesidir. Namazda da Allah varlığıyla kalbe verdiği mutluluğu hissettiriyor.

18

Ahzab suresi 72. Ayet:

İnne aradnal emenete alessemevati velardi velcibeli feebeyne en yahmilnehe veeşfakna minhe vahalehel insenü innehü kene zalumen cehüle.”

Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir. ﴾72﴿

"Yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği en büyük emanet (emanet-i kübra)" nedir?

Emanet-i kübra, Semavat, arz ve dağların yüklenemedikleri kadar büyük mes'uliyeti olan İlahi emirler ve yasaklardır.

Hud Suresinde geçen "Festekım kema umirte" yani "Emrolunduğun gibi yaşa (istikamet et)" 112. ayet-i kerimesi, Hazret-i Peygamber (asm)'a, "Beni Hud Suresi ihtiyarlattı" dedirttiği için, insanın üslendiği emanet-i kübra "İlahi emirler ve yasaklar"dır.

19

Yasin suresi 9. ayet:

“Vecealne min beyni eydiyhim sedden vamin halfihim sedden fe’eğşeynehüm fehüm la yubsirun.” Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. ﴾9﴿

"(Ve biz onların) Allah'a ortak koşanların (önlerinde bir sed arkalarında bir sed vücuda getirdik) Yani onlar ne geçmişlerini, ne şu andaki durumlarını ne de geleceklerini itibara alacak durumda değildirler. (Öylece onları her taraftan kuşattık.) (Artık onlar) Allah'ın varlığını ve birliğini ve bunun neticesi olan cismen insan bedeninin öldükten sonra tekrar diriltileceğini gösteren tabiat kanunlarını ve ilahi emirleri ( görmezler.) Allah'ın razı olduğu yolu takip etmezler. Onlar öyle manen kör kimselerdir."

Bu ayette, Allah'a ortak koşan ve inkar edenlerin halleri, arkalarına ve önlerine sed çekilmiş, etrafını göremeyen kimselerin hallerine benzetilmekte, ahirette de batıl inanç ve bozuk amellerine muvafık olarak Cehennemde direkler arasında, tabutlar içinde, dar hücrelerde, tek başlarına yalnızlık hapsi içinde kalacakları ifade edilmektedir.

20

Allah herkesin rızkını mükemmel olarak verir, onlar daha istemeden bütün ihtiyaçlarını münasip vakitte hazır edip imdatlarına koşturur. Bu icraatları, bir kanun dairesinde vücuda geliyor. O kanunlar da alemde cari olan tabiat kanunlarıdır.

Bu kainatın sahip ve mutasarrıfı olan Allah, bu alemde icra olunan tabiat kanunlarıyla nihayetsiz şefkat ve merhametini insana hissettirir.

O, mevcudat daha ihtiyaçlarını ondan istemeden evvel ihtiyaçlarını vermiştir. Bütün mahlûkat, Allah'ın bu rahmetine karşı itaatle mukabelede bulunur. Cin ve insanlardan az bir kısmı bu rahmeti anlar, karşılık olarak iman ve itaatle mukabelede bulunur, ekserisi ise bu rahmeti anlamaz, küfran-ı nimete düşer.

21

Sünnet yani Hz. Muhammed (asm)'ın Kur'an ayetlerini izah etmesi ve yaşantısında göstermesi, şu alemin manevi nizamıdır. Şu maddi nizam, o manevi nizama bağlı olarak çalışır.

Alemin devamı ve bekası o nur sayesindedir. Eğer Kur'an, Sünnete göre anlaşılıp yaşanmazsa yani Hz. Muhammed’in (asm) açıkladığı ve yaşadığı gibi anlaşılıp yaşanmazsa; alemin nizamı bozulur, alemde fitne ve fesad zuhur eder, neticede kıyamet kopar.

Al-i İmran Suresi ayet 31- Ey Resulüm de ki: "Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir.

32-De ki: “Allah’a ve Resulullah’a itaat ediniz. Şayet yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kafirleri sevmez."

22

Allah katında peygamberlik makamı birdir. Cenab-ı Hak bir olduğu için her şeyde birliği irade etmiştir. Bu sırra binaen, Cenab-ı Hak, Muhammet (asm)ı bütün kainatın vekili ve her hususta muhatabı olacak bir kabiliyette yaratarak kendisine resul ve nebi seçmiştir. Peygamberlik makamını, Hz.Muhammed (asm)'a asaleten vermiştir. Diğer peygamberler ise bu peygamberlik vazifesine vekalet etmişler ve Hz.Muhammed(asm)'ın asıl vazifesine avene ve yardımcı olmuşlardır.

Bir şehirde bir vali bulunur. Memleketin sultanı, o şehir ahalisi namına, o valiyi muhatap alarak bütün konuşmalarını onunla yapar. Bu valinin bir veya birden fazla yardımcıları bulunur. Vali bulunmadığı zaman, vali yardımcıları o makama vekalet edip belli ve kısa bir süre için o asıl makamı temsil ederler. O yardımcılar müstakil olmayıp, vali adına iş yapar ve imza atarlar.

Şu kainat, bir memleket hükmündedir. O memleketin Padişahı olan Allah, bir tek zatı, yani Muhammed(asm)'ı İlahi emirlerin elçisi olarak, peygamberlik vazifesi ile vazifelendirmiştir. Diğer peygamberler ise, onun aveneleri, yani yardımcılarıdırlar, risalet makamının vekilleridirler ve asıl makam sahibi olan Hazret-i Muhammed (asm)'a tabidirler.

23

Bütün kainatın mekiği veyahut ana merkezi, mihveri güneştir. Alemin nizam ve intizamı, güneşe bağlı olduğu için güneş, ilim ve hikmetin arşı yani ilahi tasarruf merkezi olmuştur. Bütün alem, Allah'ın izniyle güneşin cazibesiyle nizam ve intizam dairesinde hareket etmekte, güneş de Muhammed (asm)'ın cazibesi ile hareket etmektedir.

Bu alemdeki yaratılış kanunlarının imamı güneş olduğu gibi, o güneşin de bir güneşi var ki; o da uymakla mükellef olduğumuz ilahi kanunların elçisi olan Hz.Muhammed (asm)'dır. Güneşe tabi olmayan bir gezegen ayakta duramayacağı gibi; Resul-i Ekrem (asm)'a tabi olmayan bir kimsenin de maneviyatı ayakta kalamaz.

24

Güneş, hava ve suyun toprağa hizmetiyle vücut bulan varlıklar ve insan, ölüm, yok oluş, tükeniş, ayrılık, zahmet, meşakkat, hareket, değişim, dönüşüme maruzdur. Bu umumi faaliyetin temel nedeni Muhammed (asm )'ın nurudur. İnsan, ruhu Muhammed (asm)'ın nurundan yaratıldığı için Kur'ana uymakla görevli ve ona çalışır. Yer küre güneşin etrafında döner, güneş gezegenleriyle başka bir sistem etrafında döner. Yer küre, güneş, diğer sistemler ve tüm alem, Muhammed (asm)'ın nuru etrafında dönüyor. Muhammed (asm)'ın nuru da Allah'ın bin bir ismi etrafında dönüyor Ona yaklaşıyor.

25

Kainatın tılsımını çözmek, yani "Alem ve insan nedir? Nereden geldi, nereye gidiyor? Neden durmadan; bitmeye ve yok olmaya mahkum oluyor? sorularına cevab bulmak, şu dünyaya gönderilen her insanın vazifesidir.

26

ahirette sebepler perdesi kalktığı için, ilahi fiiller doğrudan doğruya görünür.

27

Bir insan Allah tarafından yasaklanan bir günahı işlemek isteyip bu istediğinden vazgeçse afvı İlahiye mazhar olur.

20 görüntüleme0 yorum
bottom of page